Bediüzzaman’ın Sırdaşı: Zübeyir Gündüzalp

Ziver Gündüzalp… Neseben Kafkasyalıdır. Kafkasya’da şehit olan bir Osmanlı subayının, Ali Haydar Bey’in torunudur. Ailesi, 93 Harbi’nden sonra Anadolu’ya hicret edip Ermenek’e yerleşir. 1920’de dünyaya gelen Ziver, ilkokulu bitirdikten sonra Ermenek Postanesi’nde başladığı memuriyete Konya’da devam eder.

Ziver’den Zübeyir’e…

Yıl 1944. Millî ruhun kaybedildiği, dini duyguların pörsüdüğü yıllar. Bir gün Tüccar Halıcı Sabri vasıtasıyla Risalelerle tanışır Ziver. Aradığını bulmuştur. Tahkikî iman dersleriyle milletin imanını kurtarma adına hizmet etmeyi çok arzulamaktadır.

Okur… Okur… Okur… Artık aklıyla, kalbiyle, ruhuyla ve bütün hisleriyle Risale-i Nur’un aşığı olmuştur. Risale-i Nur’un müellifi Bediüzzaman ile tanışmak için 1946’da Emirdağ’a gider. Üstad, “Hoş geldin kardaşım” deyip ismini sorduğunda, “Ziver Efendim” cevabına mukabil “Hoş geldin Zübeyir kardaşım!” der. Yanlış anlaşıldığını zannederek “İsmim Zübeyir değil, Ziver Efendim” deyince Üstad, “Hoş geldin Zübeyir kardaşım” der ve ismi artık Zübeyir olur. Ziyaret esnasında çok heyecanlanır ve ağlar. Üstad, “Keçeli neden ağlıyorsun?” diye bağrına basar ve ona dua eder. Üstad’a, “Memuriyetten ayrılıp yanınızda hizmet etmek istiyorum” der. Bediüzzaman, çok memnun olur fakat “Vazifene devam et Konya’da daha çok hizmet edersin. İnşallah seni ileride yanıma alırım” der. 1950’ye kadar Konya’daki vazifesine ve nur hizmetine devam eder Zübeyir Gündüzalp, ama gönlü hep Üstadı iledir.

Bediüzzaman’ın ‘‘Bir deha-yı nuranî” olarak vasıflandırdığı kardeşinin oğlu olan ve hizmetini gören Abdurrahman’ın vefatından sonra “Zübeyir bana Abdurrahman yerine verilmiş diye mânevî ihtar aldım” ifadeleri ona verdiği ehemmiyeti anlatır.

Şakirt Olmak

Ortaokul mezunu olmasına rağmen, cevher gibi kâbiliyetleriyle ve Üstadından aldığı feyizle kendisini çok iyi yetiştiren Zübeyir Abi, 27 yaşındayken Ankara Üniversitesi’nde kalabalık bir topluluğa Bediüzzaman ve Risale-i Nurları anlatır. Üstad, o konferansın metnini görmüş ve “Sözler” kitabının arkasına ilave ettirmiştir.

Akıl ve vicdanıyla hak bildiği düsturları ölesiye savunması, Zübeyir Gündüzalp’in karakteri olmuştur. Çünkü o, “Hakk’ın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilemez” sözünü kendisine şiar edinmiş ve Firavun’ların diyarında Musa’ların safında yer almıştır.

İlk defa 5 Mart 1948’de tutuklanır ve muazzez Üstad’la beraber Afyon hapishanesinde altı ay kalır. Yanlışlıkla tahliye edildiğinde Üstadı’ndan ayrılmak istemediği için bu yanlışlığı kendisi bildirerek cezaevine geri döner.

Üstad’la beraber tahliye olmadan önceki müdafaası muhteşemdir. Afyon mahkemesinde sorgu hâkimi “Sen Risale-i Nur talebesi imişsin?” deyince Zübeyir Abi: “Bediüzzaman Said Nursi gibi bir dâhinin şakirdi olmak liyâkatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla: Evet, Risale-i Nur şakirdiyim…” dediğinde Üstad hazretleri ayağa kalkar ve memnuniyetini ifade sadedinde: “Binine bedeldir” diye cevap verir.

Bir vakar abidesiydi. Muhataplarına her zaman itimat telkin ederdi. İkna ediciydi. Dünya nimetlerinden zevk almayı düşünmeyen, fedakâr, samimi, kahraman ve sâdık bir dava adamı olan Zübeyir ağabey, gençlerin gönüllerinde taht kurmuştu. Gençlerle ilgilenip sohbet etmeyi çok severdi. Bir gencin imansız yaşamasına tahammülü yoktu. Ona göre teessür ve ıstırap karşısında kalbten bir parça kopacaksa, “Bir genç dinsiz olmuş” haberi karşısında o kalbin atom zerreleri adedince paramparça olması gerekirdi.

Davasına sadakati ve onun için yapabileceği fedakârlığı ifade sadedinde Zübeyir ağabey, hâkime: “… mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup hakikat hazinesi olan Risale-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yapacağız” der.

Kötü muamelelere ve iftiralara maruz kalındığında mukabele-i bilmisilde bulunmamayı, tövbe ve istiğfara devam etmeyi, sabırla çalışmayı, ders almayı, mütecaviz ve müfterilerle uğraşmamayı esas almıştı. Zübeyir Abi, günlük hâdiselerin tesirinde kalmadan müfterilere karşı teyakkuz içinde hedefe doğru emin adımlarla yürüdü. O, kullardan korkmaz ve çekinmezdi, çünkü dayanağı Allah’tı.

Zübeyir ağabey, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih eder ve “Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa hizmet-i Kur’aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehit olmayı büyük bir lütf-i İlâhî biliriz… Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslamiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’an tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya ‘Allah Allah, ya Resûlallah’ sedalarıyla koşarak gideceğim” diyerek cesaret ve samimiyetini gösterirdi. O, yanında hizmetten başka bir şeyin konuşulmasından rahatsız olacak kadar hizmete adanmış bir vakıf insandı. Avukat Bekir Berk onun için Üstad’ın “yâver-i âzamı” derdi.

Emirdağ’da bulunduğu günlerde Pakistan devlet adamlarından Ali Ekber Şah, Bediüzzaman’ın ziyaretine gelir. Ziyaret sonrası Üstad onu uğurlarken arabayla bir müddet ona eşlik eder ve vedalaşırlar. O esnada Zübeyir Abi çıkagelir. Üstad, “Biz bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziri de karşılamaya gelmişiz!” der. Bir başka vesileyle, “Artık müsterihim, bana bir kötülük yapamazlar, çünkü benim yanımda artık Zübeyir var!” diyerek ona çok güvendiğini ifade eder. Sabikûn-u evvelûn gibi…

Bayram Yüksel ağabey de “Biz Üstad’dan sonra Risale-i Nur’un meslek ve meşrebini Zübeyir Abi’den öğrendik” demiştir. Tahirî Mutlu Abi ise “Biz Üstadın yanında yatsıdan sonra diğer kardeşlerle birlikte ya bir defa, ya iki defa kalmışızdır, o kadar… Ama Zübeyir, yatsıdan sonra da devamlı yanındaydı. Onun sırrına o vâkıftı. Onun için bize sormayın, ona sorun” derdi.

Zübeyir ağabey rahatsızlıklarından dolayı sürekli ilaç kullanırdı. Odasındaki ilaçları gösterip “Benim dünya adına sermayem” derdi. Yaşadığı odayı Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle anlatıyor: “Daracık bir odası vardı. Odada sergi yok denecek kadar azdı. Sadece bir bölüm, seccade ile kaplanmıştı; bir tarafta da yatakçık gibi küçük ve basit bir kanepe vardı. Bir köşe perdeliydi; o perdenin arkasına bir leğen ve bir maşrapa gibi bazı şeyler sıkıştırılmıştı. İhtimal, abdest ve guslünü de orada alıyordu. Her şeyi o odacığın içindeydi. İmkânların kendisine tebessüm ettiği dönemde bile o ilkler gibi, iktisat düsturuyla, gâyet sâde, samimi ve Allah’la irtibatını zedelememe mevzuunda tavizsiz yaşıyordu.”

Üstad’ın 23 Mart 1960’ta vefatından sonra Zübeyir ağabey çok mühim, birleştirici rol oynadı. Üstad’ın hizmet tarzını iyi bilmesinin yanında şahsî dirayeti ve fedakârlığıyla ömrünün sonuna kadar Nur hizmetleriyle meşgul oldu.

Onun anlayışına göre, “Günde on sayfa risale okuyan, kendini muhafaza eder. On beş sayfa okuyan, şevke, gayrete gelir. Yirmi sayfa okuyan, hizmet eder”di. Üstad’a ve hizmete çok sadıktı. Hizmetteki arkadaşlarına, “Kardeşlerim, bir gün hizmete zarar verirsem sizlere vasiyetim olsun, bana bir iğne vurun, hayatıma son verin. Size hakkımı helal ediyorum” demişti.

Evlenmeyen Zübeyir Abi, 2 Nisan 1971’de Süleymaniye’de Kirazlımescit sokağındaki evinm ütevazı odasında ruhunun ufkuna yürüdü. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Eyüp Sultan kabristanına defnedildi.

İnsan nasıl yaşarsa öyle ölürdü. Ona bakanlar, inanmış bir insan görmenin hissini yaşardı. Çünkü o “Onların alameti, yüzlerindekisecde izi, secde aydınlığıdır” hakikatinin bir misâliydi. Zübeyir ağabeyin cenazesinde bulunan Fethullah Gülen Hocaefendi, o anları şu şekilde anlatıyor: “Fatih Camii’nde cenazenamazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerindeson yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki birdenbire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra pır edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhanîlerin adeta yarış yaptığı hakikatinin Zübeyir Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı.”

Zübeyir Abi vefat ettiğinde Avukat Bekir Berk, “Ahirete bir büyük adam göçtü” demişti. Büyük adam; davası büyük olan, dünyaya, menfaate, şöhrete, mala, paraya, makama ve nefsine esir olmamanın yanında, kendi adına büyüklük davası olmayan, bütün büyüklükleri şahsında cemetmiş adamdır. Firdevs’le serfiraz kılınsın!

Bu yazıyı paylaş