“Huluk” kelimesinin çoğulu olan ahlâk; seciye, karakter, huy, iyilik ruhu, fenalıktan kaçınma tavrı, ahsen-i takvîme mazhariyet şuuruyla davranma manalarına gelmektedir. İnsanın fizikî ve maddî yanı “halk” sözcüğüyle anıldığı gibi, ruhî ve manevî yanına, diğer bir ifadeyle, mükemmel hilkatine göre Yaratan’ın istek ve emirleri çerçevesinde yaşama cehd ü gayretine de “huluk” denir.
Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha ışığında konuyla alakalı i’mâl-i fikirde bulunan ulemâ-i benâm, iyi huy ve fazilet edalı davranışlara “ahlâk-ı hasene”, “mehâsin-i ahlâk” ve “ahlâk-ı hamide”; fena huy, menfî tavır ve ahsen-i takvîmle yaratılmış olmaya uygun düşmeyen hâl ve davranışlara da “mesâvî-i ahlâk”, “sû-i huluk”, “ahlâk-ı zemime” ve “ ahlâk-ı seyyie” diyegelmişlerdir.
Bazı ehl-i tahkik de tavır ve davranışlarda pozitif olanlara “edep” aksine de “sû-i edep” demiş ve meseleyi bu çerçevede ele alarak düşüncelerini “edep” etrafında örgülemişlerdir. “Edep” yazısında da ifade edildiği gibi edebi, bu konuda insanı hakiki insan yapan hayatî bir unsur olarak görmüş ve bu mülahazalarını, “Edeptir kişinin daim libası, edepsiz kişi uryana benzer.”, “Edep ehli ilimden hâlî olmaz, edepsiz ilim okuyan âlim olmaz.”… gibi manzum sözlerle seslendirmişlerdir.
Bu kesim arasında yaygınca kullanılan edep mazmunu, bazen bir “Edep yâ Hû!” levhasıyla nazara verilmiş; bazen “Bî-edeb mahrum keşt ez lutf-i Rab – Bî-edep kimse Rabbin lütfundan mahrumdur.” lâl ü güher ifadeleriyle dillendirilmiş; bazen “Edep fukarânın itibarı, ağniyânın zîneti..” sözleriyle ifadelendirilmiş; bazen de âzâ u cevârihin dinî hudutlara bağlı hareket etmesi ve insanın iç dünyasının tahareti, şehevâni hislere karşı kararlı duruşu, dince şüpheli şeylerden hep uzak bulunuşu, ibadet ü tâatinde Hakk’a tahsis-i nazar etmesi, hayır yollarında yarış yaparcasına koşturup durması… gibi disiplinlerle ortaya konmuştur. Şimdi bu derin konuyu şu iki mısra ile noktalayıp bir kere daha “Ahlâk” demek istiyorum:
“Ehl-i irfan arasında aradım kıldım talep,
Her hüner makbul imiş, ille edep ille edep.”
İnsanlık var olduğu günden bu yana -fetret ve cahiliye dönemleri müstesna- hemen her zaman, “huluk” kelimesiyle ifade edilen “ahlâk” üzerinde durulmuş ve o, insanın yaratılış (hilkat) gayesinin çok önemli bir derinliği olarak yâd edilegelmiştir. Cesaret, şecaat, civanmertlik, iffet, ismet, istikamet, sadakat, adalet, hakkaniyet, vefa ve îsâr duygusu… gibi hususlar, tarihin en karanlık dönemlerinde bile vicdan erbabınca hep korunagelmiş ve bütün bütün yok edilememiştir.
İslâmî düşünce sistemlerinde ahlâkın yanıltmayan esas kaynağı, “metlüv”, “gayr-i metlüv” ilâhî mesajlar ve o mesajların ilk muhatapları, tebliğcileri, temsilcileri enbiya ve mürselîn hazerâtı olmuştur. Onlar, aldıkları mesajları tebliğ, temsil, hâl, tavır ve davranışlarıyla sergilemişler; ikinci derecedeki muhataplar da onların etrafında birer hâle haline gelmişlerdir. Zaten “Her şeyin en doğrusunu Yaratan bilir” temel disiplinine binaen ilâhî vahiy ve onun ilk muhatapları olan enbiya-i izâmın daire-i irşatları dışında, ahlâk üstadı, pedagoji uzmanı ve farklı alanlardaki düşünürlerin ahlâk konusuyla alakalı ortaya koydukları hiçbir disiplin ve kural uzun ömürlü, kalıcı olmamış ve insanoğlunu insanî kemalâta -kâmil manada- yönlendirememiştir. İnsanlık tarihinde bu husus belli aralıklarla da olsa en mükemmel şekliyle yalnız vahyin aydınlatıcı tayfları altında peygamberân-ı izâm tarafından gerçekleştirilmiştir. O yüce kametler, incelerden ince hâl, tavır ve davranışlarıyla Allah’ın istediği ahlâk-ı âliye-i ilâhiyenin nurefşan birer meclâsı ve mazharı olarak bu konudaki ilâhî muradı mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun en mükemmel şekilde temsil etmişlerdir. Bu hususun en zirve temsilcisi ise, peygamberlik manzumesi adına bestelenen ve hükmü bu manzumenin kafiyesi gibi en sonunda gelen, Ehadiyet hakikatinin ilk tecellisi ve Vâhidiyet sırrının en mümtaz meyvesi olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır. Daha sonra güzel ahlak, o Kamer-i Münîr’in nurani hâlesi sayılan Ashâb-ı Kirâm efendilerimizle topyekûn dünyaya, bütün insanlığa, en azından onun büyük bir bölümüne ulaştırılarak vicdanlar ahsen-i takvîme uygun vaziyet almaya tevcih edilmiştir.
Bir kere daha hatırlatmalıyız ki, İslâm ahlâkının temel kaynağı başta Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha olmak üzere, ilahî vahiy ve onun en doğru, aldatmayan temsilcileri olan nebiler kervanıdır. Analar anası Hazreti Aişe-i Sıddîka’ya (radıyallahu anha) Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâk-ı âliyeleri sorulunca, mualla validemizin: كَانَ خُلُقُهُ الْقُرْآنَ “O’nun ahlakı Kur’ân’dı” şeklindeki ifadesi bu hususu teyit eden çok önemli bir beyandır. Bu itibarla da bizim ahlâkiyatçılarımız, İslâm ahlâkının kaynağının; Kur’ân, Sünnet ve bu iki ilahî kaynağın mübarek temsilcisi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm olduğunda hep görüş birliği içinde bulunmuşlardır. Daha sonraları ise, Sahabe-i Kiram o müstesna konumlarıyla, tâbiîn-i izâm o keskin nazarlarıyla, fukaha, mütefekkirîn ve mutasavvıfîn o fâik anlayışları ve kalb-kafa mirsadlarıyla zamanın tefsir, te’vil ve yorumlarını da hesaba katarak konuyu kendine has evrenselliği ile ortaya koymuş ve nesl-i âtiye emanet etmişlerdir.
Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’da ahlâk; kökü itibarıyla, yerinde beyandaki siyak-sibak ve müstetbeâtü’t-terâkip açısından iyilik, hilm, takva, hidayet-i tâmme, ismet, istikamet, sadâkat, emanet, iffet, her türlü salih amel, şer’î ve aklî maruf, sağlam beşerî münasebetler ve en engin manasıyla ihsan duygusu… gibi hususları ihtiva etmektedir. Bunlara “ahlak-ı hasene”, “Kur’ân ahlâkı” veya “münciyât” denmesine mukabil; bu evsafın zıddı sayılan her türlü günah, masiyet, sapıklık, fuhşiyât, münkerât, kin, nefret, yalan, gıybet, iftira, fitne, fesat, zulüm, irtikâp, ihtilâs, rüşvet ve emsali bütün negatif şeylere de “mesavî-i ahlâk” ve “mühlikat” dene gelmiştir.
Evet, insan, ahsen-i takvîme mazhardır ve bütün esmâ ve sıfât-ı sübhâniyenin fihrist mahiyetinde mücellâ bir aynasıdır. O mücellâ ayna, aslî ve en geniş mânâsıyla da Hazret-i Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır. Bunu ifade sadedinde bir hak dostu ne hoş söyler:
“Bir âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâim,
Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.”
Aslî olsun, zıllî olsun böyle bir aynanın mesâvî-i ahlâk ve mühlikâtla karartılması, ahsen-i takvîme mazhariyeti bilememenin ve Hak nezdindeki konumuna saygısızlığın bir ifadesidir.
Ne var ki, konumu, hilkatteki yeri itibarıyla melekleşmeye namzet olan insanoğlu, yaratılışındaki o yüce hedefin, hatta bir dönemde meleklere mihrap ve kıble olmasının yanında, cismaniyetinin, hayvaniyetinin ve mahiyetindeki bir kısım beşerî ve nefsanî garizelerin dürtü ve tesiriyle hep dual bir varlık konumunda bulunmuş; Hazreti Mevlânâ’nın ifadesiyle, bazen incelik ve nezaketine melekleri imrendirmiş, bazen de kabalık ve küstahlığıyla şeytanları ürkütmüş ve tiksindirmiştir. İşte bu yönü itibarıyladır ki Kur’an, öyle esfel-i safilîn namzetlerine أُولَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvan gibidirler hatta ondan da sapıktırlar.” (A’râf sûresi, 7/179) diyerek, gaye-i hilkatini bilmeyen böyle densizlerin üzerini çizegelmiştir. Şeytan ve nefs-i emmârenin mesâvî-i ahlâkı telkin ile mehâsin-i ahlâktan koparıp bohemleştirdiği bu türden insanlar, ciğerinden vurulmuş kem talih bir kısım bahtsızlardır. Bir hak dostu bu hususu ne hoş resmeder: قَدْ لَسِعَتْ حَيَّةُ الْهَوَى كَبِدِي … فَلَا طَبِيب لَهَا وَلَا رَاقِيَ “Hevâ yılanı ciğerimi soktu; gayrı ona ne tabip ne de efsuncu bir şey yapabilir.”