Hicret Yurdundan Ötelere Göç

Müşrikler, Mekke’de İslam’a ve Müslümanlara hayat hakkı tanımayınca Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) hicret emri vermişti. Mevsim, hicret mevsimiydi. Bu dönemde, “Hicrete denk bir amel yoktur” (Nesai, 7/145, Hadis No, 4167) buyurarak bir seferberlik başlatmıştı. Hicret faaliyetini kendisi bizatihi organize etmiş, inanan bütün ailelerin can güvenliğini temin etmişti. En sona kendisi ve ailesi, bir de O’na bu yolculukta arkadaşlık yapacak olan Hz. Ebu Bekr ve onun da ehli kalmıştı. Allah Resûl’ü, Rabbinden gelecek emri ve izni bekliyordu. İzinsiz hareket edemezdi. Derken beklediği izin ve kendisine hicretin emredildiği vahiy geldi. Bu ayette ona hem hicret emrediliyor hem de bu kutsal yolculuğa başlarken yapacağı dua öğretiliyordu. “De ki: ‘Ya Rabbi! Gireceğim yere dürüst olarak girmemi, çıkacağım yerden de dürüst olarak çıkmamı nasip et. Bir de bana, Kendi katından beni destekleyecek bir delil ver.” (İsra Sûresi, 80).

Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle birlikte, artık hicret etmek bütün müminlere farz kılınmıştı. Giden o güne kadar gitmişti ama hâlâ geride kalanlar vardı. Onlar da bu hususta ciddi ikaz ediliyordu: “İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler; ‘Ne işte idiniz?’ diye soruyorlardı. Onlar da; ‘Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik’ deyince melekler şöyle cevap veriyorlardı: Peki Allah’ın arzı geniş değil miydi? Sizde orada hicret etseydiniz ya?’ İste onların durağı cehennemdir. Ne fena dönüş yeridir orası!” (Nisa Sûresi, 97) Fakat bu umumi emirden istisna tutulan aciz, zayıf ve yaşlı kimseler vardı. Onların mazereti de geçerli kabul ediliyordu: “Ancak her türlü imkandan mahrum ve hicret için yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar. Bunları Allah’ın affedeceği umulur. Allah, gerçekten affedici ve bağışlayıcıdır.” (Nisa Sûresi, 98-99) Bunlar da Velid ibn-i Velid, Ayyaş ibn-i Rebia, Seleme ibn-i Hişam gibi, Kur’an’ın ifadesiyle, “müstaz’af” denilen zulme maruz kalmış, müşrikler tarafından tutuklanıp işkence edilen kimselerdi. Bu kimseler hicret konusunda mâzur görülmüşlerdi. Zira bunlar, iman ettikleri günden itibaren zincire vurulmuş, Mekke fethedilinceye kadar da ayaklarında zincir, binbir türlü işkenceye maruz kalarak yaşamışlardı. O zulümden kaçmak, hicret edip Allah Rasûlü’ne ulaşmak için çok uğraşmış fakat bir yol bulup zalimlerden kurtulamamışlardı. Peygamber Efendimiz sabah namazlarında rukû’dan kalktıktan sonra, ellerini kaldırıyor, bunlara isim isim dua ediyor ve “Allah’ım! Velid ibn-i Velid’e, Seleme ibn-i Hişam’a, Ayyaş ibn-i Rebia’ya necat ver!” deyip inliyordu.

Muhacirlere Vadedilenler

Zaman hicret zamanıdır deyip yollara düşen sahabilerin her biri de bu büyük fedakarlıklarının karşılığını almış, her biri tahkiki imanın zirvesini yakalamışlardı: “İman edip hicret edenler ve Allah yolunda hizmet edenler ve onlara bağırlarını açıp sahip çıkıp yardım edenler var ya! Onlar hakkıyla iman edenlerin ta kendileridir. Onlara mağfiret ve değerli rızık vardır.” (Enfal Sûresi, 74-75). Bunun yanında muhacirler hicrette öyle bir sadakat ve samimiyet ortaya koymuşlardı ki Allah katında “Sadıklar” olarak ilan edilmişlerdi: “…Onlar Allah’ın lutfunu ve rızasını talep etmek, Allah’ın dinine ve Resûlüne destek olmak için yurtlarından ve mallarından edildiler. İşte onlar, sadıkların ta kendileridir.” (Haşr Sûresi, 8). Bu sadakat karşısında kendilerine vadedilen mükafat da büyüktü: “İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler var ya, işte onlar Allah indinde en yüksek dereceye sahiptirler. Ve onlar kurtulaşa erenlerin ta kendileridir. Rab’leri, kendilerinin, katından bir rahmete, rızasına ve içinde daimi nimetler bulunan cennetlere gireceklerini müjdeler. Onlar ebediyyen orada kalacaklardır. Muhakkak ki en büyük mükafat Allah katındadır.” (Tövbe Sûresi, 20-22).

İşte hicret, muhacirlerin her biri için adeta miraç olmuştu. Cennetle müjdeleniyorlardı. Dünyayı verip ebediyeti satın almışlardı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem), hiçbirinin Medine’ye hicretten sonra tekrar Mekke’ye geri dönerek hicretlerinin yarım kalmasını ve bu kazanımlarını kaybetmesini istemiyordu. Hem Peygamberimiz hem de onlar bu konuda hassas davranıyorlardı. Bunun için O, bu konuda tedbirler almış ve tavsiyelerde bulunmuştu.

Peygamberimizin Dönmeme Kararlılığı

Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke’nin fethinden sonra buraya dönüp yerleşebileceği halde öyle yapmamıştı. Hatta fetih esnasında bir ara ensar-ı kiram, Peygamber Efendimizin artık Mekke’de kalacağı fikrine kapılmış ve bunu kendi aralarında seslendirmişlerdi. Bunun üzerine peygamberimiz onları toplamış ve şöyle hitap etmişti: “Ey Ensar topluluğu! Şöyle şöyle dediğinizi duydum, bu doğru mu? Evet ya Resûlallah. Öyle düşündük ve onu kendi aramızda konuştuk. Bunun üzerine Efendimiz aleyhissalatü vesselam şöyle buyurmuşlardır: ‘Hayır! Hayır! Ben, Allah’ın kulu ve Resûlüyüm. Ben, Allah’a ve size hicret ettim. Hayatım sizinle beraber olduğu gibi ölümüm de sizinle beraber olacaktır.’ Ensar bu cevap üzerine hoşnut olmuş ve ağlamaya başlayarak Peygamberimize; ‘Ya Resûlallah! Biz o sözleri Allah’a ve sana karşı çok düşkün oluşumuzdan dolayı söylemiştik” demişlerdi.” (Müslim). Allah Resûlü bu veciz hitabetiyle, sebebi ne olursa olsun böyle bir söylentiyi değerlendirerek, Ensar’ın kendi yanındaki konumlarını onların ruhlarına duyurmuştu. Bununla da yetinmemiş kendi hicreti üzerinden hem o günkü muhacirlere hem de kıyamete kadar Allah yolunda hicret eden bütün muhacirlere geriye dönmeme ve bu mevzuda kararlı olma dersi vermişti.

Mekke’de, Üç Günden Fazla Kalma Yasağı

O, bu fiili örneklikle de yetinmemiş Medine’den geriye dönüşleri de yasaklamıştı. Bundan dolayı hac ve umre yapmak için bile Mekke’ye giden muhacirlerin, “hac vazifelerini bitirdikten sonra, üç günden fazla orada kalmaları haram kılınmıştı.” (Bkz, Buhari, Fetih, 7). Bu üç günlük süre de onlara ihtiyaçlarını görmeleri için verilmişti. Üç gün, onlar için yeterliydi. Daha fazla kalmaları ise riskliydi. Hem vatan deyip yeniden alışabilir, yerleşmeyi düşünebilirlerdi. Hem de belli olmaz ecel gizliydi. Ölüm onları orada yakalayabilir ve bundan dolayı da hicrete terettüp eden mükafatlardan mahrum kalabilirlerdi. Peygamber Efendimiz de bundan endişe ediyor ve Mekke’de bulunduğu süre içinde şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Bizi bu şehirden (Mekke) çıkaracağın ana kadar ruhumuzu burada kabzetme.” (Müsned, 2/25).

Muhacirlere Duası ve Bir Hüznü

Âlemlerin Efendisi bu konuda sadece kendisi için dua etmiyor, muhacirleri de dualarının arasına alıyordu. Hicretin onuncu yılı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) hac vazifesini eda etmek için Mekke’ye gitmişti. Yüz bin küsur sahabe de onunla beraberdi. Farz olan hac ibadetini yapıp geri döneceklerdi. Cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Sa’d ibn Ebi Vakkas (radıyallahu anh) da oradaydı. Hacca ait bütün vazifelerini tamamlamak üzere iken hastalandı. Peygamber Efendimize onun hastalandığı haberi ulaşınca kendisini ziyarete geldi. Hz. Sa’d şiddetli baş ağrıları çekiyor ve bu hastalıktan kurtulamayacağını düşünüyordu. Vefanın mücessem hali Hz. Resûlullah’ı karşısında gören Hazreti Sa’d, bu ziyaretten çok duygulanmış, ve ağlamaya başlamıştı. Derken kendini toparladı ve vakit kaybetmeden söze başladı: “…Ya Resûlallah! Bütün arkadaşlarım Medine’ye dönecek, ben ise burda ölüp geride mi kalacağım!” Peygamberimiz, hicret ettiği yurtta öleceği endişesiyle iki büklüm bu sahabiye şu müjdeyi verdi: “Hayır! Öyle zannettiğin gibi sen geride kalmayacaksın! Daha çok yaşayacak, dereceni artıracak ve seni yükseltecek nice salih ameller işleyeceksin! Öyle ki İslam toplumuna büyük hizmetlerin olacak, din düşmanlarının ise senden çekeceği var!” (Buhari, Fetih 3).

Bu arada Peygamberimiz bir taraftan şefkat dolu bakışlarla onu süzerken diğer yandan da yüzünden aşağıya doğru mübarek eliyle sıvazlıyordu. Bu tablo dostun dostla halveti adına dünyanın görebileceği en güzel örneklerden biriydi. Hz. Sa’d, bu beraberliği daha da değerlendirme adına: “Yâ Resûlallah!” Benim şifa bulmam için dua eder misin!” dedi. Onun bu samimi isteğini, “Allah’ım! Sa’d’a şifa ver! Sa’d’a şifa ver! Sa’d’a şifa ver” diye yerine getiren Allah Resûlü, müstecap dualarını bütün muhacirleri kucaklayacak bir taleple bitiriyordu: “Allah’ım ashabımın hicretini devam ettir, tamamla. Onları gerisin geriye döndürme.” Ancak Allah Resûlü bu duayı bitirirken bir hüznünü de peşinden zikrediyor ve muhacirlere hicretlerini bozmama ve tamamlamaları adına önemli bir mesaj veriyordu: “Lakin üzüldüğümüz Sa’d ibn Havle’dir.” Zira o da hac vazifesi için gelmiş fakat birkaç gün önce hastalanıp vefat etmişti. Peygamberimiz onun adına üzülüyor ve yer yer bu hüznünü dile getiriyordu.

Gerçekten Peygamber Efendimizin Sa’d ibn Havle için üzülmesi ve bunu seslendirmesi çok önemli bir dersti. Zira o Mekke’ye olan özlemini gidermek veya yakın akrabalarıyla buluşup hasret gidermek için gelmemişti. Allah Resûlüyle beraber hac yapmaya gelmişti. İnsan zaten nerede ecelinin gelip kendisini yakalayacağını önceden bilemezdi. Sa’d ibn Havle’nin burada bir ihmali veya yanlışı söz konusu değildi. Kaldı ki hacda vefat etmek de ayrı bir faziletti. (Bkz., Buhari, Kitabu’l-Hac). Her şeye rağmen muhacirliğinden öte Sa’d ibn Havle’ye Bedir, Uhud ve Hendek ashabı oluşu bile başlı başına yeterdi. Onun bunca sahip olduğu salih amel ve faziletlerine rağmen, Peygamberimizin onun Mekke’de vefat edişine ciddi üzülmesi, her halükarda hicretin muhafazası adına, çok dikkat edilmesi gerektiği dersini vermekteydi.

Mekke’de Defnedilmeme Tavsiyesi

Peygamber Efendimiz, Hz. Sa’d’a sadece dua ile yetinmemiş bir de fiili dua olarak hekim Haris ibn Kelede’nin çağrılmasını istemişti. Bu arada hekime haber verilmiş o da gelmişti. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) İbn Kelede’ye: “Sa’d’ı hurmalarla tedavi et; vallahi ben, onun bunlarla iyileşeceğini ümit ediyorum!” dedi ve ardından, “Yanında, acve hurmalarından var mı?” diye sordu. “Evet, var!” diyen Hâris ibn-i Kelede, çoktan işe başlamıştı; önce hurmaları süt ile karıştırıp pişirdi ve ardından tereyağı ile karıştırıp zenginleştirdi ve sonra da Hazreti Sa’d’a içirdi.”

(Daha geniş bilgi için bakınız: İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 1/634; Vâkıdî, Megâzî, 732; İbn-i Sa’d, Tabakât, 3/108).

İşin manevi boyutundan sonra esbâba tevessül adına yapılması gerekenler de yapılmış ve ayrılık vakti gelmişti. Son olarak yapılacak önemli bir şey daha vardı. O da Hz. Sa’d’ın hayatı veya sağlığıyla alakalı değil, kendisinin de endişe ettiği hicretinin bozulmamasıyla ilgiliydi. Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ayrılırken ashâbdan birisinin kulağına eğilmiş ve Allah’ın takdiri farklı olur da burada vefat ederse onu Mekke’de harem sınırlarının dışında bir yere defnetmelerini tavsiye etmişti. (İbn-i Sa’d, Tabakât 3/108).

Beni Mekke’den Çıkartın!

Kâinatın Efendisinden hicret ettiği diyara bir daha dönmeme dersini alan bütün sahabiler, bu hususta çok hassas davranıyordu. Fakat buna rağmen ölüm kendilerini Mekke’de yakalarsa, hicretlerine terettüp eden sevabı kaybetmeme adına, o zaman da O’nun bu tavsiyelerine dikkat ediyorlardı.

Bu konuda bildiğimiz bir örnek de Peygamberimizin hanımlarından, Hz. Meymûne (radıyellahu anha)’ın vefatıdır. Hz. Meymûne validemiz, Mekke’de bulunduğu günlerden birisinde hastalanınca, ötelere yolculuğun başladığını hissetmiş ve hicret ettiği şehirde ölmeme hassasiyetinden dolayı yanındakilere şöyle emir vermişti: “Beni, harem sınırlarının dışına çıkartın. Çünkü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bana Mekke’de ölmeyeceğimi söyledi.” Bunun üzerine yanında hizmetini görenler tarafından Medîne’ye götürülmek üzere yola çıkarıldı. Bir müddet yol almış, Mekke harem sınırını geçmiş, Serif’e kadar gelmişlerdi. Ancak validemizin durumu seyahat edemeyecek kadar ağırlaşmıştı. Bunun üzerine yol kenarındaki bir ağacın altında dinlenmek için mola vermek zorunda kalmışlardı. Tevafuk bu mekan, onun (radıyallahu anhâ) aynı zamanda Efendimiz ile evliliğe ilk adımını attığı yerdi. Çok geçmedi ve aynı ağacın altında dinlenirken ruhunun ufkuna yürüyüverdi! Böylelikle o da hicretinin bozulmaması adına Peygamberimizin tavsiyesine uymuş ve harem sınırlarının dışına çıkmıştı. Namazını, yeğeni Abdullah ibn-i Abbâs (radıyallahu anhümâ) kıldırdı ve vefat ettiği aynı yere emânet edildi. (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid 9/249).

Abdullah ibn Ömer Örneği

Muhacirlerin harem sınırları içine defnedilmeme hassasiyetini, sünnete tabi olmadaki titizliğiyle tanıdığımız, Abdullah ibn Ömer’in hayatında da görmekteyiz. O da hayatının son demlerinde, seksen dört yaşındaydı. Hac yapmak için Mekke’ye gitmişti. Fakat, harem sınırları içinde ve dışında döktüğü kana doymamış zalim Haccac, bu kadar yaşlı bir insandan dahi korkuyor, kendisini adım adım takip ettiriyordu. Bir taraftan onu ziyaret ediyor, hal hatırını soruyor diğer taraftan onu nasıl öldürteceğinin planlarını yapıyordu. Nitekim tuzağını kimsenin ihtimal vermeyeceği şekilde metaf alanında kurmuştu. Eline zehirli bir ok tutuşturduğu adamlarından birini metafa sokmuş, Abdullah ibn Ömer’i tavaf esnasında sıkıştırarak baldırından yaralatarak zehirletmiştir. Sonra da utanmadan ziyaretine giderek; “Geçmiş olsun efendim” demişti. “Böyle bir kötülüğü, sizin gibi kıymetli bir insana nasıl yaparlar? Bunu size kim yapmış olabilir, herhangi bir tahmininiz var mı? Bunu size kim yaptıysa en ağır şekilde cezasını çekecektir, efendim!” diyerek onu teselli etmeye çalışmıştı. Tabii Hz. Abdullah İbn Ömer, babasının oğludur. Bu nifak karşısında sözünü esirgememiş ve zalime karşı hakkı haykırarak; “Benim başıma bütün bu işleri açan sensin. Ölürsem herkes bilsin ki katilim senden başkası değildir” demiştir. (Ez-Zirikli, el-A’lam, 3/231).

Abdullah ibn Ömer aldığı bu yara ve zehirlenmeden dolayı günden güne kötüleşmiş, zayıf ve güçsüz düşmüştü. Bu hastalığından kurtulamayacağını anlayınca evlatlarını çağırıp kendilerine; “şayet iyileşemez de Mekke’de ölürsem size vasiyetim beni harem sınırlarının dışında defnedin ki hicretim yarım kalmasın” diye vasiyet etmişti. Çok geçmeden de vefat etmişti. Ancak, Haccac’ın zulmünden korkan yakınları bu vasiyeti yerine getirememiş, onu öldüğü mahallenin kabristanlığına defnetmişlerdi. (Ez-Zirikli, a.g.e.).

Sonuç

Elhasıl, ilk dönem itibariyle farz mesabesinde kabul edilen hicret Mekke’den Medine’ye göç şeklinde gerçekleşmiş ve bitmişse de niyet ve Allah yolunda hizmet cihetiyle kıyamete kadar devam edecektir. Zahirde seyahat bir mekandan başka bir mekanadır. Hakikatte ise yolculuk, Allah’a ve Resûl’ünedir. Allah ve Resûlünün rızası için, İslam’ı yaşama ve yaşatma niyetiyle yeni beldelere açılma niyet ve gayretidir. İnsanlığı, iman ve İslam’ın güzellikleriyle buluşturma cehdidir. Bu gidişin dönüşü yoktur. Dönüş sadece Allah’adır. Dolayısıyla rızası istikametinde yola çıkanlar, ilk muhacirler gibi geriye dönmeyi düşünmeyecek, bu rıza yolunda daima hep yeni ufuklar arayacak, daha da ilerilere gitmeye çalışacaklardır. Bu açıdan muhacir gittiği yere dönme düşüncesiyle değil orada ölme niyetiyle gitmelidir. Hicret bir terk ise, terk-i terk düsturuyla hareket etmeli, yani Allah için terk ettiği vatanını tamamen unutmalı hatta unuttuğunu da unutmalı ve “Bir gün vatanıma döner de orada ölür kalırım ve hicretim bozulur ya da yarım kalır” diye endişe etmelidir.

Bugün, İslam’ın evrensel mesajının ve insanlığa vaat ettiği hakikatlerin, dünyanın dört bir yanına ulaştırılması adına henüz hicret imkanı bulamamış kimseler ise en azından hicret niyeti taşımalıdırlar. “Bize de bir gün hicret nasip olur, inşaallah” diye samimi niyet taşıyan bu kimseler de yaşadıkları beldede aktif hizmet etmeli ve her an gitmeye hazır olmalıdırlar. Bu arada kendilerinden önce dünyaya açılan muhacir kardeşlerine arkadan destek olarak, onların hizmetlerine terettüp eden mükafata da ortak olmaya çalışmalıdırlar. İşte onlar bu samimi niyet ve hizmetleriyle muhacirler arasına dahil edilirler. Zira Allah Resûlü’nün beyanıyla, “Gönülden şahadeti talep eden bir kimse yatağında ölse bile şehittir”. Bunun gibi yaptığı hizmetlerin yanında, gönülden hicreti de talep eden bir kimse, memleketinde ölse muhacirdir.

Bu yazıyı paylaş