Hilkati itibarıyla, “esfel-i safilîn” ile “âlâ-i illiyyîn” arasında gel-git yaşama konumunda bulunan insanoğlunun, nefis ve şeytana uyduğu, iman ve sâlih amele sarılmayıp Allah’la münasebetini koruyamadığı ve kendini durağanlığa saldığı sürece baş aşağı aşağıların aşağısına sürüklenmesi; aksine iradesinin hakkını yerine getirip iman ve aksiyonla kanatlandığı sürece de âlâ-i illiyyîn-i kemalâta yükselmesi Cenâb-ı Hakk’ın layetebeddel âdet-i sübhâniyesidir. İnsan her zaman bu çizgiyi koruyamayabilir, zira sürçme ve hata insanoğlunun tabiatında vardır. İnsanlığın İftihar Tablosu, “Âdem hata etti, evlatları da hata etti; Âdem unuttu evlatları da unuttu.”[1] buyurarak bu önemli hususa dikkatlerimizi çeker. Ne var ki böyle bir sürçme Hazreti Âdem’de (aleyhisselam) içtihat hatalı bir zelle idi. Bizlerin -Allah muhafaza buyursun- böyle bir duruma düşmesine ise zelle denemez, kırılma ve çözülme denir.
İnsanoğlu şayet kalbî, kavlî, fiilî Allah’a müteveccih olup O’nunla münasebetini koruyamaz ve hayatını Kitap ve Sünnetin hısn-ı hasîn seralarında güven altına almazsa her zaman ciğeri de ısırılır, kalbi de ısırılır; ısırılır da iç içe kırılma fasit dairelerine maruz kalır ve hevâ-i nefsin felç eden tesirinden kurtulamaz. Böylesi bir çöküş ve çözülüşe karşı, imanda yenilenme ve derinleşme mülahazasıyla sürekli “Hel min mezîd!..” diyerek iman, irfan ve aşk u iştiyak adına devamlı Hakk’a teveccüh edip O’na sığınma, haram-helal konularında kılı kırk yararcasına yaşama, günde birkaç kez nefis ile hesaplaşma, nefs-i emmâre dürtülerine bütün bütün kapanarak “levvâme” ufkuna yönelme, böyle bir yönelmeninyol azığıyla mutmainne zirvelerine gözünü dikme,râziye-marziye heyecanıyla soluklanma, sâfiye-zâkiye hülyalarıyla oturup kalkma, ihlas ve ihsan “habl-i metin”ine sımsıkı sarılarak “iştiyak-ı likaullah” rüyalarına dalma, O’nun rızasını rızamızın biricik esası sayarak, ihlas, rıza, iştiyak-ı likaullah temcitleriyle kalben hep uyanık kalma, sonra da muhtemel muhalif rüzgârlar karşısında dimdik durabilme ve bu duruşu temadiyle taçlandırma… Evet işte bütün bunlar Kur’an ve Sünnet-i Sahiha ile ortaya konan ilahî ahlakın temel dinamikleridir.
Bu dinamiklerle çerçevesi belirlenen İslam ahlâkı, kat’iyen bir kısım pedagog ve psikologların zannettiği gibi dar gözlemlere dayalı nazarî bir kitle ahlâkı, bir sınıf ahlâkı değildir. Aksine o topyekûn beşerî hayatı şekillendirecek, insanların ruhlarından bütün menfi şeyleri söküp atacak, kalbî ve ruhî hayatta potansiyel olarak bulunan ve insanın melekler üstü gerçek derinliğinin melekûtî dinamikleri sayılan metapsişik unsurları harekete geçirerek ruhanîlere, “Yürü top da senin çevkân da senin!” dedirtecek meknî bir zenginliğin olmazsa olmaz esaslarındandır.
Bu yüce ahlak sisteminin temel dinamiği, sağlam iman, imanda iz’an ufku, hakkal yakîn cehd ü gayreti ve bunlarda devam ve temadi; “menhelül azbil mevrud”u ise, Kitap, Sünnet, selef-i salihînin cadde-i nuraniyesi, isim-müsemma birliği içinde tekye, zaviye, mektep, medrese ve mabet gibi yerlerde mahrûti bakışlı hakikat eri muallim rehberlerin, Allah’a dilbeste olmuş kâmil mürşitlerin, dünya ve mâfîhâyı doğru okuyan beklentisiz vaiz, nasih ve imamların Kitap ve Sünnet çerçevesinde ciddi bir adanmışlık ruhuyla yerine getirdikleri irşad ve rehabilitasyonlardır.
İsim-müsemma birliği içindeki böyle bir ahlâk telakkisi, huluku Kur’an olan o müstesna Zat’ın altın çağında ve o Kamer-i Münir’in hâle-i nuraniyesiyle gerçekleşmişti. O ışık çağında insanlar, “Ahlâk iledir kemal-i âdem / Ahlâk iledir nizam-ı âlem.” mülahazasına sımsıkı bağlı, gözleri öteler ötesinde, hayatları vahiy yörüngeli, yürekleri ihlasla çarpıyor, duyguları rıza mırıldanıyor, ruhları meâlî aşk u iştiyakıyla kanatlanıyor ve hep görülüyor olma yakîniyle, görüyor olma ufku istikametinde kanat çırpınıp duruyorlardı… Evet, işte o dönemde böyle bir gül ve bülbül demi yaşanıyor ve ütopyacıların tahayyül dünyalarının çok çok üstünde ve ötesinde en fâik bir ahlâkî ve insanî değerler dantelası sergileniyordu.
Daha sonraları ise mükemmel hâl ve göz kamaştıran temsilin omuzlarında çok geniş bir coğrafyada şehbal açan bu huluk-ı Ruh-u Seyyidil enâm, tefsir, hadis, değişik çizgide ahlâk ve rekâik kitaplarıyla evrensel bir derinliğe ulaşıyor, daha doğrusu âlem-şümul bir sistem olarak duyulup hissediliyordu. Evet, bu ikinci fasılda Kur’an ve sahih hadisler temel kaynak olarak ele alınıyor; “Kitabü’l-Birr”ler, “Kitabü’l-Edeb”ler telifine gidiliyor; “el-Edebü’l-Müfred”lerle daha derinliklere açılmalar oluyor; “Kitabü’z-Zühd”lerle konu kalbî ve ruhî hayatla irtibatlandırılıyor; “Edebü’d-dünya ve’d-din” ile maverâîlik ufkuna açılım denemeleri yapılıyor; “el-Ahlâk ve’s-siyer”lerle konunun nurani kaynağı üzerinde duruluyor; “Uyûnu’l-ahbâr”larla çağ ve zamanın yorumlarına imada bulunuluyor ve “İhyau ulûmiddin”lerle de münciyât ve mühlikât akına-karasına tenbih edalı bir nokta konuyordu.
Bu çeşitli ve renkli yaklaşımların yanında, kalb ve ruh erbabı nezdinde huluk ve ahlak konuları daha bir ledünnîlik kazanarak farklı bir derinlikle karşımıza çıkar. Düşüncelerinde metafizik enginliklere açık, damlada deryayı okuyan, zerrede güneşin esrarından bahisler açan lahutî ufuklu bu insanlara göre, “huluk” batınî ve ledünni bir derinlik, “halk” ise bu engin buud üzerinde baş döndüren eda-endam ve imrendiriciliğiyle o mazrufa uygun bir zarf; “huluk”, insanoğlunun melekûtî yanının dünya ve ukba meşcereliği, “halk” da bu meşcereliğin havası ve toprağıdır.
Sofiler, hüsn-i huluk derken hüsn-i bâtını, hüsn-i halk derken de hüsn-i zâhiri kastederler. İkincisi cismâniyete, insan anatomisine ve onun fizikî yapısına, birincisi ise, kalb, ruh, sır ve daha ötesine bir aynadır. Bunlardan ikincisi hilkatle alakalı olduğundan, onun değiştirilmesinin, başkalaştırılmasının söz konusu olmamasına mukabil; diğeri, Kur’an ve Sünnet disiplinleri, seyr u sülûk-i manevî, mücahede, tedebbür, tezekkür, tefekkür, acz, fakr ve şevk u şükürle Hakk’a teveccüh sayesinde, melek mahiyetini kazanmaya kadar değişime ve dönüşüme açıktır.
Hüsn-i zâhirde el-ayak, göz-kulak, dil-dudak, bütün aza ve cevârihin tam bir tenasüp içinde olmasına karşılık, hüsn-i bâtında da bütün mesâvî-i ahlaktan uzak bulunmak ve bütün mehâsin-i ahlakla ittisaf etmek olmazsa olmaz bir esastır. Bu itibarla, ara-sıra da olsa mehâsin-i ahlakı terk eden ve mesâvî-i ahlak akıntılarına kapılan kimsenin, hüsn-i bâtına sahip olmadığı hükmüne varılmıştır.
Ayrıca ehli irfan arasında çok şayi olmayan avamın huluk-ı haseni, havasın huluk-ı haseni ve ehass-ı havassın huluk-ı haseni gibi bir taksim de söz konusudur:
Avam, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla, taklit edalı, dar ufuklu ve derinliği olmayan hoş ve sevimli bir ahlak sergiler ki, bunun her zamanوَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا “Peygamber size ne getirip sundu ise ona sımsıkı sarılın, sizi neden de men etti ise ondan da vazgeçin ve uzak durun.” (Haşr Sûresi, 59/7) ilahî mesajına uygun düştüğü söylenebilir. Böyleleri, idrak ve şuurları seviyesinde vazife ve sorumluluklarını yerine getirir ve Allah’a karşı saygılı, insanlara karşı da belli ölçüde edepli davranırlar.
Havassa gelince, bunlar, farz, vacip, sünnet ve adap adına her mükellefiyeti yerine getirmenin yanında, memnûat ve menhîyâttan da tiksinti duyarcasına uzak dururlar. Yürekleri hep peygamber yolunda yürüme heyecanıyla çarpar; akılları emirlere ve nehiylere uymayı tabii birer insiyak gibi hatırlatır ve uymaya sevk eder; böylece onlar sürekli kemal yörüngeli bir yol takip ederler. Değil tavır ve davranışlarının emir ve nehye muhalefet kirleriyle kirlenmesi, tasavvur ve tahayyülleriyle bile böyle bir muhalefeti ciddi bir kirlenme sayarak hemen tevbe ve inâbe duygusuyla kanatlanırlar.
Haslar hası mukarrep ruhlar ise, memur oldukları şeyler ve yasaklandıkları hususlar mevzuunda, her şeyi tabiatlarının bir derinliği haline getirdiklerinden hayatlarını melekûtî bir nurâniyetle melekler gibi لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Allah’a karşı asla isyan mülahazasına girmez ve emrolundukları hususları (gök ehli hassasiyetiyle) yerine getirirler.” (Tahrîm Sûresi, 66/6). Bunlar, memur oldukları mükellefiyetleri en derin cismani zevklerin üstünde bir aşk u iştiyakla yerine getirir; büyük-küçük her türlü münkerâtı da bir iç bulantısıyla karşılarlar. Akıl, mantık, muhakeme ve vicdan dinamiklerini taakkul, tasavvur ve tahayyül kirlenmelerine karşı sürekli aktif bulundururlar. Şöyle-böyle bu sistemlere gelip bulaşan, esip konan en küçük sis-duman karşısında hemen istiğfar ve evbe kurnalarına koşar; bir kirli tasavvur ve tahayyül için elli defa “elfü elfi estağfirullah” der ve yeniden ciddi bir arınma ile Hazîratül Kuds’e teveccühlerini yenilerler. Görülüyor olma mülahazası bunların her zamanki halleri, görüyor gibi olma da olmazsa olmaz hedefleridir; اَلَّلهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْهُمْ وَإِنْ لَمْ نَكُ أَهْلًا فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَ.
Böyle bir makale çerçevesinde bütün mehâsin ve mesâvî-i ahlakı, tabiri diğerle bütün münciyât ve mühlikâtı ifade etmenin mümkün olmadığı/olamayacağı açıktır. Bu itibarla da onları yukarıda kısmen işaret edilen o güzide eserlere havale ederek konuyu bu dar çerçeve ile noktalamak istiyorum. İnayet ve tevfik Allah’tandır.