Edebiyatımızda, Allah Teâlâ’nın varlığından, birliğinden, zât, sıfat ve fiillerinden, sonsuz kuvvet, kudret ve azametinden, eşsiz merhametinden bahseden, O’nun yüceliği karşısında başta insanoğlu olmak üzere bütün mahlûkatın aciz ve O’na muhtaç olduğunu anlatan edebî türe “tevhid” veya “tevhidname” ismi verilir.Başlangıçtan beri Türk edebiyatında manzum ve mensur pek çok tevhidname yazılmıştır. Klasik edebiyatta Sinan Paşa, Fuzulî, Şeyhî, Nâbî ve Niyâzi Mısrî bu türün en güzel örneklerini vermişlerdir. Yakın çağda Muallim Naci ve M. Akif Ersoy tevhidname yazanlar arasında sayılabilir. Günümüzde ise Fethullah Gülen Hocaefendi bir “Tevhîdnâme” yazmıştır.Tevhidle ilgili mevzuların anlatıldığı bu tür eserlerde ana kaynaklar Kur’an, hadis, kelam ve tasavvuftur. Şair ve edipler bu kaynaklardan istifade ederek kendi bilgi ve kabiliyetleri ölçüsünde edebî metinler meydana getirmişlerdir.
Tevhidnameler muhteva bakımından genelde üç bölüme ayrılır. Birinci bölümde Allah’ın selbî ve sübûtî sıfatlarından bahsedilir. İkinci bölümde O’nun kudretinin kâinattaki tecellileri ortaya konur. Üçüncü bölümü teşkil eden münâcât kısmında ise Allah’ın yüceliği, kâinatı idare etmesi, bunun karşısında aczini anlayan insanın O’na sığınması, kendisinden yardım istemesi anlatılır.
Hocaefendi, yazmış olduğu tevhidnamesinde, birinci ve ikinci bölümlerden ziyade üçüncü bölüm üzerinde durmuştur. Bir ve ikinci bölümlerde anlatılması gelenek haline gelmiş, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını ve kudretinin enginliğini, yazmış olduğu münacatın içine dercetmiştir. Bu münacatı okurken insan aynı zamanda Allah’ın yüce sıfatlarına da muttali olur. Münacatı oluşturan duyguyu anlama bakımından tevhid inancının İslamiyette ne ifade ettiğini iyi bilmemiz gerekir.
Tevhid Hakikati
Tevhid, kâinattaki en büyük hakikattir… Zira öyle olmasaydı Allah Resulü (aleyhissalâtü vesselâm), tebliğini bunun üzerine bina etmezdi. O’nun ilk daveti: “Lailahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)” kelimesine olmuştur. Cahiliye toplumunun, neredeyse kabile sayısınca uydurduğu putlara karşı, tek olan o Yüce Yaratıcı’ya bir davetti bu. Şeytan, en büyük oyununu bu en büyük hakikate karşı oynamış, yığınla insan, ‘bir olan Allah’a kulluğun hazzına erememiştir. Putperestlik denilince insanın aklına hemen, Efendimizin de içinde neşet ettiği cahiliye toplumu gelir. İnsan zanneder ki aradan geçen bin küsûr sene içinde insanlık gelişme kaydetmiş, artık taşa-ağaca tapmaktan vazgeçmiştir. Hakiki mabudunu bulmuş, cahiliye artıklarından kurtulmuştur. Nevar ki durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Dünya üzerinde bugün, milyarla ifade edilen rakamlarda Allah’a şirk koşan insan vardır. Bilhassa uzakdoğu dinlerinde şirk oldukça fazla yer işgal etmektedir. Tek tanrılı dinler olarak bilinen ilahi dinlere bile şirk bulaşmıştır.
Evet, cahiliye dönemi putlarının yerini bugün başka başka putlar almış ve putperestlik hala yaygın bir inanış olarak devam etmektedir. Buna karşılık tevhid inancı, İslamiyet sayesinde hala kalp ve kafalarda yer bulabilmektedir.
Nur-u Tevhid İçinde Sırr-ı Ehadiyet
Hz. Âdem’le başlayıp Hz. İbrahim’le zirveleşen tevhid hakikati Efendimizle birlikte kıyamete kadar ölümsüz bir keyfiyet kazanmıştır. Zaman zaman inançlar sarsılsa, dünyevi hırs ve arzular kalpleri bulandırsa da artık tevhidi yeryüzünden silebilecek hiçbir güç yoktur. Nevar ki kalplerdeki bu bulanıklıkların bazen temizlenmesi gerekir. Cenabı Hak, peygamberlerine yaşattığı bazı hadiseleri bizlere örnek göstererek insanlığı tekrar tekrar hakiki tevhide yönlendirmiştir.
Kur’an’da, ‘bir olan Allah’ inancının nasıl söndürülemez bir nur olduğunu gösteren İbrahim aleyhisselamın kıssasına yer verilir. Meşhur hadisedir… O günün putperestlerine Allah’ı anlatmaya çalışan Hz. İbrahim, belli bir takdire binaen -belki az bir kısmı müstesna- onları inandıramamıştı. En son, kaba kuvvete başvurma yolunu seçen müşrikler, Hz. İbrahim’i ateşten bir çukurun içine atmak üzere hazırlıkta bulunmuşlardı. Yani sebepler bütünüyle tükenmiş, kurtuluş imkânı ortadan kalkmıştı. Cenabı Hakk’ın muradı, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyeti göstermekti. Yani hakiki failin, her türlü işi tedbir edenin kendisi olduğunu bir kere daha göstermek istemişti. Bunda da halili, İbrahim aleyhisselamı vasıta kılmıştı. Onu, hem bir imtihana tabi tutup insanlar nazarında değerini bir kere daha ortaya çıkaracak hem de onlara bir hakikati ders verecekti. Rivayet edildiğine göre ateşe atılacağı sırada Cebrail aleyhisselam yanına gelerek bir isteğinin olup olmadığını sormuş, Hz. İbrahim ise “senden bir isteğim yok” diyerek haliliyet makamının hakkını vermiştir. Sebepler üzerinde Cenabı Hakk’ın hâkimiyetine hakkal yakin şahit olan İbrahim peygamberi, yine sebepler üzeri olarak Allah bizzat kurtarmıştı. Bu onun, Allah’a teslim, tevekkül ve tevhidine bir ikram-ı ilahi idi.
Bu konuda bir de Bediüzzaman Hazretlerine kulak verelim;
“Hazreti Yûnus ibni Mettâ Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münâcâtı en azîm bir münâcâttır ve en mühim bir vesîle-i icâbe-i duâdır. Hazreti Yûnus Aleyhisselâm’ın meşhur kıssasının hulâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı, gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümidi kesik bir vaziyette iken ‘Lâ ilahe illa ente Subhaneke, innî küntü mine’zzalimîn’münâcâtı, ona süratle kurtuluş vesilesi olmuştur.
Şu münâcâtın azim sırrı şudur ki: O vaz‘iyette iken sebepler bütünüyle sukût etmişti. Çünkü o halde ona necât verecek öyle bir zât lâzımdı ki; hükmü hem balığa hem denize hem geceye hem de gökyüzüne geçebilsin. Çünkü gece, deniz ve balık onun aleyhinde ittifâk etmişlerdi. Ancak bu üçünü birden emrine amade kılan bir zât onu sâhil-i selâmete çıkarabilirdi. Eğer bütün yaratıklar Yunus aleyhisselamın hizmetkârı olsa idiler, yine beş para faydaları olmazdı.
Demek sebeplerin tesiri yok. Müsebbibü’l esbâbdan (sebeplerin yaratıcısından) başka bir sığınak olmadığını ayne’l-yakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nûr-u tevhîd içinde inkişâf etmişti. Bu esnada yaptığı münâcât ise birdenbire geceyi, denizi ve balığı kendisine hizmetkâr etmişti. O nûr-u tevhîd ile balığın karnını bir denizaltı gemisi hükmüne getirmiş, dağ gibi dalgalariçinde, denizi, o nuru tevhidile emniyetli bir sahrâ, bir gezinti meydanı kılmış ve yine o nur ile semâ yüzünü bulutlardan süpürüp, ayı bir lâmba gibi başı üstünde bulundurmuştu. Her taraftan onu tehditve tazyikeden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü göstermişlerdi. O da sahil-i selâmete çıkmış ve yaktîn ağacı altında o lûtfu Rabbânîyimüşahedeetmişti. Evet, kader bir kere daha hükmünü icra etmiş ve Cenabı Hak, sebepleri yaratanın bizzat kendisi olduğunu göstermişti.
İnsanları yanıltan şey, aynı sebeplerin hep aynı sonuçları doğurması olmuştur. İnsan beyni, gördüğü bu sebep-sonuç ilişkisine zamanla kendisini o kadar kaptırır ki sebeplerin, sonuçlar üzerinde gerçekten etkisi var zanneder. Sebepler her zaman sonucu doğurmadığı veya farklı sonuçları doğurduğu zaman insan sebeple sonuç arasında hakiki manada bir bağ bulunmadığını anlar. Allah, Hz. İbrahim ve Hz. Yunus’la ilgili verilen örnekler vasıtasıyla, sahip olduğumuz bu şartlanmışlıkları kırarak tasarruflarını bize gösterir. Demek ki ateş her zaman yakmaz, su her zaman boğmazmış. Asıl sahibi olan Allah dilerse olurmuş bu şeyler. Ancak burada bir yanlış anlamaya da meydan vermek istemeyiz. Cenabı Hak bu alemi sebepler üzerine bina etmiştir, bu sebeple onlara sımsıkı sarılmamız gerekir. Sebeplere riayet etmeme, bir bakıma Cenabı Hakk’ın takdirine karşı da bir saygısızlık olur. Sebepleri sonuna kadar gözetmekle birlikte onların asıl sahibinin Allah olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız.
Münâcâtı Okurken…
Tevhidname ismi verilen münâcâtın ruhunu işte bu duygu oluşturur. Felaketlerin felaketleri kovaladığı bir ortamda şairin ifadesiyle;
“İslâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok…
Nâhak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adli İlâhî!”
demek yerine Allah’a sığınma, güvenme ve dayanma. Bunca devâhi (bela ve musibetler) içerisinde onun hikmetlerini görebilme. Sebeplerin bütünüyle sustuğu, dünyevi hiçbir kurtuluş imkânının kalmadığı bir ortamda tıpkı İbrahim Peygamber gibi, tıpkı Yunus aleyhisselam gibi sebeplerin yaratıcısını bulma. Nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyete ulaşma ve bu duyguyla elleri Allah’a açma. Bu şekilde yapılan duaların reddedilmediğini biz Kur’an’dan biliyoruz. Zira insan bu durumda ayne’l-yakin olarak Cenabı Hakk’ın kudretini müşahede eder. Adeta onun karşısında dileklerini arzediyor gibi olur. Münacat okunurken bir taraftan da manası üzerinde tefekkür edilecek olursa, satır aralarından İbrahimvari bir tevhid anlayışının sızdığı görülür.
Tevhidname, bize duada üslûbu öğretir. Allah’a gönülden nasıl yakarışta bulunulacağı, ondan nelerin isteneceğini talim eder. Duada geçen ifadeleri her insan her zaman hissedemez. Ancak kendisini zorlayarak zamanla hissetmeye başlayabilir. Baştan sona Allah’ın birliği, kudreti ve sadece o ulu dergâhtan isteme üzerine tanzim edilen böyle bir dua, yapıldıkça nice kapılar açılacaktır. Bel bağladığımız sebeplerin birer birer elimizden kayıp gitmesi bizim şevkimizi kırmaktan ziyade Allah’a olan güvenimizi daha da artıracaktır. Bizler de tıpkı ashabın dediği gibi diyeceğiz: “Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah ve Resûlü’nün bize (karşılaşacağımızı) vadettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir.’ Bu durum onların sadece iman ve teslimiyetlerini arttırdı.”
Evet, biz de ellerimizi açıp her gün bu duaları yapalım…
Allah’ım! Nezdi Ulûhiyetinden bizlere öyle merhamet eyle ki, bizi Sen’den başka hiç kimsenin merhametine muhtaç bırakmasın!
Allah’ım! Yüce Dergâhından bizlere öyle ihsan ve teveccühte bulun ki, bizi Sen’den başka hiç kimsenin ihsan ve teveccühüne muhtaç bırakmasın!
Allah’ım! Yüce Katından bizlere öyle kamil bir iman nasip et ki, bizi Sen’den başkasına muhtaç bırakmasın!
Allah’ım! Dergâhı izzetinden bizlere öyle bir müjde ver ki, bizi Sen’den başkasından gelebilecek hiçbir müjdeye muhtaç bırakmasın!
Allah’ım! Yüce Dergâhından bizlere öyle bir yardımda bulun ki, Sen’den başka hiç kimsenin yardımına muhtaç bırakmasın!