Türkler, tarih boyunca dünyanın farklı coğrafyalarına göç etmişler, yeni diyarların insanlarıyla kaynaşmışlardır. Onların bu anlamda en uzun kaldıkları coğrafyalardan biri de Mısır’dır.
Bilindiği kadarıyla onların bu topraklara ilk gelişleri dokuzuncu yüzyılda gerçekleşmiştir. Cesaretleri ve savaşlardaki maharetleri sebebiyle Abbasi ordusunda istihdam edilmek üzere bu topraklara getirilen Türkler, bin yıllık bir sürecin temellerini atmıştır.
Devlet hizmetinde gösterdikleri fedakârlıkların karşılığı olarak kölelikten hürriyete adım atan bazı Türkler, zamanla devlet kademelerinde yükselmiş; tarihin en eski medeniyetlerinden birine beşiklik eden Mısır’da ya devletler kurmuşlar veya devlet yönetiminde önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Tolunoğulları, Akşitler, Eyyubîler, Memlûkler, Osmanlılar ve Kavalalı Hanedanı yoluyla yirminci yüzyıl ortalarına kadar Mısır’da etkili olmuşlar; kız alıp verme yoluyla iki millet arasında kalıcı bağlar kurmuşlardır.
Bununla birlikte ilim ve irfan dünyamızın birçok önemli simasının yolu da muvakkaten bu kadim topraklara uğramıştır. 14. asır Türk edebiyatının önemli isimlerinden Erzurumlu Kadı Darîr uzun süre Kahire’de, Memlûk sarayında bulunmuştur. Antepli Aynî, İbrahim Gülşenî, Niyazi Mısrî, Süleyman Çelebi, Kâtip Çelebi de bu konuda örnek gösterilebilecek isimlerdendir.
Edebiyatımız’da Mısır
Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Mısır’a geniş yer ayırmış; gerek divan gerekse halk edebiyatımızdaki çok sayıda şiirde, Mısır ve ona dair mazmunlar sıklıkla işlenmiştir. Bunlar arasında en önemlileri Nil Nehri, Hz. Yusuf ve Züleyha hikayesi, Hazreti Yusuf’un zindandan saraya uzanan macerası sayılabilir. Bir atasözünde”Sev seni seveni, hâk ile yeksân ise; sevme seni sevmeyeni, Mısır’a sultân ise” denir.
Konyalı Aşık Şem’î de hac yolculuğu münasebetiyle geldiği bu toprakları daha sonra divanında yâd etmiştir:
Mısr’ı ihyâ eylemiş evlâd-ı mahbûb-u Hudâ
Nûr-i ayn-ı Mustafâ ibn-i Aliyyu’l-Murtazâ
Beyt-i evvel ravza-i pâk-i şehîd-i Kerbelâ
Ömrün ifnâ eyledin gelmez huzurunda gınâ
Âsitân-ı Haseneyn eylen ziyâret evvelâ
Bâhusus oldur şefâat hâzin-i rûz-i cezâ
…
Yahya Kemal ve Mehmet Akif’in, bu topraklardaki izlenimlerini anlattıkları şiirleri, eserlerinde yer almaktadır.
Kahire, İstanbul ve Balkanlarla birlikte divan edebiyatı muhitlerimiz arasında sayılabilecek belli başlı beldelerden biridir. Hayatını burada sürdüren Türk şairler yanında Türkçe öğrenip bu dille şiirler yazanlar da olmuştur. Çerkez bir babanın sarayda yetişen kızı olan Ayşe Teymûrî Hanım’ın müstakil bir Türkçe divanı vardır.
Mısır: Yolların Kesiştiği Yer
Özellikle Osmanlı döneminde aydınlarımızın Mısır’a gelişleri; devlet görevi, hac yolculukları veya Ezher Üniversitesi’nde okuma amacıyla gerçekleşmiştir. Fâtımîler zamanında kurulan Ezher-i Şerîf neredeyse bin yıldır bütün İslam âleminde haklı bir şöhrete sahiptir. Günümüzde de bu üniversitede Türkiye’den gelen çok sayıda öğrenci okumaktadır. Yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren Türkler arasında burada tahsil görmenin tekrar cazip hale gelmesinde Mustafa Runyun, Ali Ulvi Efendi, Ali Yakub Efendi, Yunus Kaya gibi şahsiyetlerin de etkisi olmuştur. Konyalı âlim Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi, bu topraklar için “Âlemin fihristesi” tabirini kullanmıştır.
Son Osmanlı şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi ile yardımcıları Zâhid el-Kevserî ve Yozgatlı İhsan Efendi de uzun yıllar Kahire’de yaşamıştır. Bu zâtların kabirleri, Ezher civarındaki eski Memlûk mezarlığındadır. Osmanlı hanedanının bazı üyeleri de hayatlarının bir kısmını burada geçirmiştir.
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy hayatının son demlerinde Kahire’de yaşamış, Hilvan muhitinde oturduğu sıralarda Kahire Üniversitesi’nde Türk dili dersleri vermiştir. Onun dersleri, bugün Mısır’daki pek çok üniversitede faaliyet göstermekte olan Türkoloji bölümlerinin ilk nüvesi mesabesindedir. Daha sonra arkadaşı İhsan Efendi’nin oğlu Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından Aynuşşems Üniversitesi bünyesinde kurulan kürsü ise bu alandaki ilk sistemli adımdır. Bugün Mısır’da Kahire, Aynuşşems, İskenderiye ve diğer üniversitelerde binlerce öğrenci, Türk dilini öğrenmektedir. Başta Kahire ve İskenderiye olmak üzere Mısır’ın farklı şehirlerinde Türkler Arapça, Mısırlılar da Türklerin işletmekte olduğu dil merkezlerinde Türkçe öğrenmektedirler.
Mısır tarihinin son bin yıllık dilimine baktığımızda Türk Memlûk Devleti, Çerkez Memlûk Devleti, Osmanlılar ve onların zamanında idareyi ele alan Kavalalı Hanedanının bu coğrafyada derin izler bıraktığı görülür. Bu izler kendilerini dil, tarih, sanat ve kültür sahalarında hissettirmektedir. Bugün Mısır halk kültürü, ülke içinde yöreden yöreye farklılıklar gösterse de Anadolu halk kültürüyle şaşırtıcı derecede ortak unsurlar içermektedir. Müzik, mutfak kültürü, bâtıl inançlar, kılık kıyafet gibi kültür hayatının alt başlıklarına dair müşterek hususlar, ayrı ve geniş bir çalışmanın konusu olabilir.
Kan Bağı
Kız alıp verme yoluyla kurulan akrabalıklar ise kalıcı bağların en önemli yönünü oluşturmaktadır. Biraz derine inildiğinde karşımıza Türkiye’deki Mısırlılar ve Mısır’daki Türkler kavramları çıkmaktadır.
İki millet arasında kurulan akrabalıkların ilk örnekleri, Osmanlı’dan çok öncelere dayanmaktadır. Bugün Türklerle yakından veya uzaktan akrabalığı bulunan milyonlarca Mısırlı olduğu söylenmekte, bu akrabalıkların ancak yarısının Osmanlı’nın bu topraklara gelmesinden sonra tesis edildiği ifade edilmektedir. Söz gelimi Erzurum, Kıbrıs, Trabzon ve İstanbul’da yaşayıp Mısır geçmişi bulunan çok sayıda Türk vatandaşı vardır. Bununla birlikte başta Mustafa Sabri Efendi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve diğer Osmanlı ileri gelenlerinin torunları olmak üzere pek çok Türk, bölge insanıyla kaynaşmıştır.
Mısır’da yirminci yüzyılın meşhur kârîlerinden Şeyh Muhammed Rif’at aslen Diyarbakırlı bir ailedendir. Kahire, İskenderiye, Beni Suveyf ve diğer şehirlerde Türk asıllı veya Türklerle akrabalığı olan çok sayıda kimse bulunmakta ve bunların bir kısmı neseplerini yedi nesil öteye kadar sayabilmektedirler. Saydıkları isimler arasında Harputli, Aga Turkî gibi Anadolu’dan izler taşıyan nispetler yer almaktadır.
Subaşı, Şahin, Şerbetli, Demirtaş, Çelebi, Teymur(î), Turkî gibi soy isimleri yanında Lazoğli, Araboğli (Urfa) gibi nispetlerin varlığı da bilinmektedir.
Günümüz Kahire’sinde Zukâku’l-Ekrâd (Kürtler Sokağı), Muhattat Demirtaş (Demirtaş Durağı), Mescid Şerbetli, Meydan Lazoğli, Şari’ Lazoğli(Lazoğli Caddesi), Şari’ Mer’âşî (Maraşlı Caddesi) gibi mekân isimleri de Anadolu’dan esintiler taşımaktadır.
Son dönem Osmanlı kültür hayatında önemli bir yere sahip olan Bulak Matbaası, temelleri Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından atılan ve irfan hayatımıza çok sayıda eser kazandıran önemli bir merkezdir. Bu matbaa, Kahire’nin Bulak semtindedir.
Yöredeki Türk mimarisine ait belli başlı eserler Tolunoğlu Ahmet Camii, Kayıtbay Camii, Kayıtbay Kalesi, Silahtar Süleyman Ağa Camii, Sebilküttaplar, Mehmed Ali Paşa Camii, Mevlevîhâne, Bektâşi Tekkesi ve Ezher bünyesindeki Revakul-etrak’tır. Bunun mukabilinde Türkiye’de de Tantavi geçidi, Mısır Çarşısı, Hidiv Kasrı, Fulya Kasrı gibi mekanlarla Kölemenoğulları, Mısıroğlu gibi soyadları örnek olarak gösterilebilir.
Arapça ve Türkçe
Arapçanın Türkçeye etkisi bilinen bir gerçektir. Özellikle Kıpçak ve Oğuz (Osmanlı) Türkleri aracılığıyla farklı coğrafyalarda Arapça konuşan pek çok milletin diline, çok sayıda Türkçe sözcük taşınmıştır. Bu kelime, deyim ve tamlamalar ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Türkçe ifadeler fasih Arapçada değil, mahalli Arapçada kullanılmaktadır. Söz gelimi 1956’ya kadar bu toprakların bir parçası olan Sudan’da, Arapçanın Dâriciye şivesi, Mısır’da ise halk arasında Ammiyye kullanılmaktadır. Bu şivelerde bazı Türkçe kelimeler, gerek müstakil olarak, gerekse atasözü ve deyimlerin içinde hâlen varlığını sürdürmektedir. Anadolu’daki beddualardan “Evin yıkılsın!” tabiri, Mısır’da karşılığını “İhrib beytek!” deyişiyle bire bir bulmaktadır. Parayla ilgili olarak kullanılan “yastık altı” deyimi Mısır’da “tahte’l-balâta (fayansın altında) olarak kullanılmaktadır. Yine Mısır’da sabırsız ve çabuk parlayan insanlara “İnde ırk Turkî” denmekte, bu deyiş yakın anlamlı tercümesiyle “Sende Türk kanı mı var, sen Türk ırkından mısın?” gibi karşılıklar bulmaktadır.
Bugün Türkçede kullanılmakta olan deyimlerden “şapa oturmak” Kızıldeniz’le, “ Sağır sultan duydu” kulakları ağır işiten bir Memlûk emiriyle, “Dimyat’a pirince giderken” de hâlâ pirinciyle meşhur olan Dimyat şehriyle ilgilidir. Bu konunun ayrı bir boyutu ise Türk ve Mısır halkının kullandığı birçok atasözü ve deyimin aynen örtüşmesi veya çok yakın anlamda olmasıdır. Bizde “Yerin kulağı vardır” denirken Mısır’da “Duvarın kulağı vardır” ifadesi kullanılır. Anadolu’da kedi dokuz canlı iken Mısır’da yedi canlıdır. İş işten geçtiğinde kullandığımız “Ba’de harâbi’l-Basra”, burada “Ba’de harâbi’l-Malta” şeklinde telaffuz edilir. Mısır’da hazır sofra üzerine davetsiz gelen kişiye “Kaynanan seviyor” denir.
Bir Taş da Bizden
Her biri bir kitaba ya da akademik çalışmaya kaynaklık edebilecek bu noktaların, iki medeniyet arasındaki köprünün taşları olduğu unutulmamalı; geçmişten alınan miras müspet yönde kullanılıp iki toplum arasındaki bağların kuvvetlendirilmesi adına değerlendirilmelidir. Bu konuda devlet kuruluşlarına ve her iki kültürle ilgilenen aydınlara büyük görevler düşmektedir.