Savaş, ilk insanla başlayan ve günümüze kadar farklı formları ile insanlığın yaşadığı bir realite. Savaş esirleri de bu realitenin bir parçası. Dolayısıyla savaş esirleri konusuna bakarken, “Savaşta düşmanları esir almayı ilk defa Müslümanlar başlattı.” türünden bir değerlendirme, tek kelime ile yanlıştır. Aksine İslam, teorik planda, gerek Kur’an ayetleri gerekse Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) başta olmak üzere tarih boyunca Müslümanların pratiği ile meseleyi en geniş manasıyla “insan hakları” kapsamında ele almış, buna ait hukuki formasyonlar oluşturmuş ve bu veçhesiyle inşaî bir rol oynamıştır.
İslam öncesi devletlerin/toplumların savaş esirlerine karşı muamelesine baktığımızda gördüğümüz ilk şey, keyfiliğin hâkim olmasıdır. Ortada ne yazılı ne de sözlü bir kural vardır. Savaşta galip olan taraf, mağlup ettiği düşmanının sadece savaşan erkeklerini değil, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-yaşlı ayrımı yapmadan herkesi öldürme hakkına sahip olduğuna inanıyor ve bunu gerçekleştiriyordu. Hatta bazı dönemlerde bunun dini bir görev olduğunu düşünen toplumlar da ortaya çıkmıştı. Öldürme tarzları ise farklılık gösteriyordu. Tek tek kılıçla esirlerin kafalarını kesme ve topluca yakmak gibi farklı usuller vardı. Savaş esirlerine yapılan işkence ikinci bir muamele tarzıydı. İster düşman güçler adına bilgi alma, isterse intikam hislerini tatmin etme amacına yönelik en vahşi işkence tarzlarını esirler üzerinde uygulama, galip tarafın kendi hakkı gibi gördüğü haklar kategorisindeydi. Kadın ve çocuk ayrımı yapmadan savaş esirlerini köleleştirme, bu insanları ister şahsi işleri için hizmetçi olarak kullanma, isterse bir mal gibi pazarlarda satma, bir başka muamele biçimiydi. Son olarak, esir değişimi ile esirlerden bir daha savaşmamak üzere söz alıp fidye karşılığı serbest bırakma da zaman zaman uygulanan bir yoldu. Esirin sosyal konumuna göre fidye miktarları artabileceği gibi, bazen onu bir kez daha mağlup etme ve küçük düşürme adına çok küçük bir meblağ karşılığında serbest bırakma da olabiliyordu.
İşte savaş esirleri denildiğinde ilk akla gelen bu metotların hepsi İslam önceci Arap toplumlarında bilinen ve uygulanan metotlardı. Peki, İslam, bu bağlamda söz konusu uygulamaların hangilerini kabul, hangilerini reddetti? Hangilerini özleri itibariyle alıp şekillerinde değişiklikler yaparak hayata taşıdı?
Müslümanların ilk defa savaş esirleri konusunda karşılaştıkları vak’a, Bedir öncesi Batn-i Nahle seriyyesidir. Bu hadisede Müslümanlar, Mekkelilerden iki kişiyi esir almıştır. O gün itibariyle hisleriyle hareket eden Sahabe’nin, söz konusu esirleri öldürmek istemesi üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), buna müsaade etmemiş ve onların, fidye karşılığı salıverilmelerini emretmiştir. Bu arada, esirlerden Hakem ibn-i Keysân, nebevî daveti kabul edip Müslüman olunca, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabına dönmüş ve “Şayet az önce onu öldürmüş olsaydınız, şimdi o Cehennem’de idi” ikazında bulunmuştur. Esirler hakkında nasıl davranılacağına dair henüz hiçbir ayetin nazil olmadığı dönemde gerçekleşen bu uygulama, bize gösteriyor ki Allah Resûlü yukarıda anlattığımız ve Hicaz coğrafyasında bilinen cari uygulamalardan birini (fidye karşılığı salma) tercihen yapmıştır.
Esirlere davranış modeliyle alakalı ilk ayet, Bedir savaşı esnasında veya sonrasında nazil olmuştur. Esnasında veya sonrasında dememizin sebebi, aşağıda aktaracağımız ayet ile alakalı olarak iki rivayetin varlığıdır. Ayet şu şekildedir: “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hâkim duruma gelmedikçe, hiçbir Peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsanız, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir” (8/67). Bu ayet kimilerine göre, Bedir savaşı esnasında galibiyet rüzgârı Müslümanlar tarafına estiğinde, bazılarının savaşı bırakıp ganimet peşinde koşması üzerine nazil olmuştur. Kimilerine göre ise savaş sonrası esirlere nasıl muamele edileceği hakkında Efendimizin ashabı ile yaptığı istişarede, savaş esirlerinin fidye karşılığı veya karşılıksız salıverilme teklifini kabulü üzerine nazil olmuştur. İkinci görüşü tercih eden müfessir ve fukahaya göre, ayet; Murad-ı İlahinin Müslümanların kendilerine karşı savaşan muharip güçleri azaltmasının o günkü şartlarda fidye ile salıverilmesinden daha önemli olduğunu bildirir. Kaldı ki bu, o günkü toplumda savaş esirlerine yönelik muamele tarzı itibariyle herkesin bildiği ve hiç kimsenin yadırgamayacağı bir uygulamadır. Zaten esirlere nasıl davranılacağı konusundaki istişarede, Hz. Ömer başta olmak üzere birçok sahabinin onları öldürelim teklifinin altında bu vardır.
Bununla beraber ayetin savaş esnasında nazil olduğu görüşü yabana atılmamalıdır. Bu rivayeti esas alacak olursak, yapacağımız açıklama şu olabilir: İhtimal ki Allah (celle celaluhu), çile ve ıstırapla geçen toplam 15 yıldan sonra kâfirlerle ilk defa ciddi hesaplaşmanın olduğu zeminde, Müslümanların savaş esnasında gönüllerinin mal ve mülk sevdasına kapılmasını uygun bulmamıştır. Bu safhada gösterilecek bir zafiyetin ilerleyen yıllarda, Müslümanları bekleyen çok daha ciddi imtihanlarda büyük sapmalara yol açabileceği vurgulanmış olabilir. Aynı surenin devam eden ayetinde, “Eğer (içtihat neticesi verilen hükümlerden ötürü azap etmeyeceğine veya ganimetleri helâl kılacağına dair) Allah’ın yazdığı daha önceki bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azap dokunurdu” denilmesi, bu yoruma destek veren bir muhtevaya sahiptir.
İkinci ayet ise Hayber sonrası nazil olmuştur ki Bedir ile Hayber arasında yaklaşık beş yıllık süre vardır ve bu zaman sürecinde Uhud ve Hendek savaşları gerçekleşmiş; özellikle Hendek sonrası Müslümanlar kendi varlıkları adına daha sağlam bir zemine oturmuşlardır. Muhammed suresinde geçen ayet şu şekildedir: “Nihayet onları çökertip etkisiz hale getirdiğinizde sağ kalan esirleri bağlayın. Sonra ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salın; ta ki savaşın ağır yüklerini hafifletsin”(47/4). Burada açıkça görüldüğü gibi, Allah esirlerin öldürülmesi uygulamasını ortadan kaldırmış, “esirleri bağlama” ile mevcut örfte var olan köleleştirmeye veya esirlerin Müslümanlara dağıtılmasına yasaklama getirmemiş, son olarak da fidye karşılığı veya karşılıksız salıverme konusunda Müslümanları muhayyer bırakmıştır.
Gerek bu iki ayet gerekse Efendimizin hayatı boyunca savaş esirleri bağlamında karşılaştığı hadiselerdeki tavrına bağlı olarak fukaha, yaptıkları içtihatlarla bazı hukuki düzenlemelerde bulunmuştur.
Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
- Muhammed suresindeki ayet, Bedir sonrası nazil olan Enfal suresindeki ayeti nesh mi etmiştir sorusu, ilk müzakere edilen konudur. Şahsen katıldığım fukahanın genel yaklaşımına göre, bir ayetin diğerini nesh etmesi söz konusu değildir ve her iki ayet de geçerliliğini korumaktadır. Kamu otoritesi, içinde bulunduğu şartlara göre, esirlerin öldürülmesi haricindeki muamele tarzlarından birini seçebilir.
- Esirlerin öldürülmesi yasaklanmıştır. Fukaha bu bağlamda, savaş esnasındaki düşman güçleriyle, savaş bittiğinde esir alınan düşman güçleri arasındaki farka dikkat çekmiştir. Fukaha bu içtihadında tabii ki Efendimiz başta olmak üzere sahabe ve tabiinin içtihat ve tatbikatlarını delil olarak ele almıştır. Öldürme ile diğer seçenekler arasında devlet başkanının tercih hakkının olduğunu söyleyen bazı içtihatlar olsa da genel kanaat, bu istikamette değildir. Bu içtihatların, devrin uluslararası siyasi şartları ile düşman güçlerin Müslüman esirlere yaptığı muameleden etkilenmesi muhtemeldir.
- Esirlerin Müslüman esirlerle mübadeleye konu edilmesi veya fidye karşılığı ya da karşılıksız olarak salıverilmesi.
- Köleleştirme: Kur’an’da köleleştirmeyi emir veya tavsiye eden bir ayet yoktur. Bununla beraber Kur’an’ın nüzulü döneminde savaş esirlerinin köleleştirilmesi, esir pazarlarında satılması, hayatın tabii akışı içinde inkârı kabil olmayan bir realitedir. Efendimiz de toplumun dem ve damarlarına işlemiş bu realiteyi olduğu gibi kabullenmiş, ama insanların kölelerine yaptıkları kötü muamelelere son veren yasaklar ve onlara insan gibi davranılması gerektiği konusunda emirlerle ayrı bir düzenlemeye kapı açmıştır. Kölelerin hürriyete kavuşturulması konusundaki gerek Kur’an’ın bazı ayetleri gerekse Efendimizin beyan ve uygulamaları da kölelerin durumunu iyileştirme, hatta kölelik kurumunu bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelik devasa adımlar olarak ele alınmalıdır.
- Savaşan erkekler dışında kadın, çocuk, din adamı gibi savaşta düşman güçlere yararı bulunmayan kişilerin esir alınması konusunda cari olan örfe uyulmuştur. Bu uygulamada, mukabele-i bi’l misil kaidesinin yanında, düşman güçleri zaafa uğratmak ve bir daha Müslümanlarla savaşacak güce kavuşmalarını engellemek düşüncesi hâkim olmuştur.
- Esirlerin esaretleri sürecinde onların insan olduğu gerçeği unutulmayarak muamelelerin insani seviyede yapılması, buna bağlı olarak da yiyecek ve barınma ihtiyaçlarının karşılanması, Müslümanların üzerine düşen bir görevdir. Aynı istikamette, esir düşen ailelerde karıyı kocadan, anneyi çocuğundan ayırma yasağı da getirilmiştir. Ana başlıklar halinde sunduğumuz muamele tarzının belki de en sonuncusu işkence yasağının getirilmesidir.
Görüldüğü gibi, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şartların zorlaması ve diplomasi adına attığı adımların karşılık bulmaması sebebiyle savaşmak zorunda kaldığında bile, genel teamüllerin aksine, esirlere asla kötü davranmamış, onurlarıyla oynamamış, zarar vermemiş ve bu konuda da hep kendisine yakışanı yapmıştır. Esirleri hürriyete kavuşturmak için vesileler aramış, hiç ummadıkları cemilelerde bulunmuş, gönüllerini alacak ifadelerle onlara hitap etmiş ve ashabını da aynı istikamette duyarlılığa davet etmiştir.
Peki, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatını takip eden yıllarda sahabe, tabiin başta olmak üzere günümüze kadar gelen süreçte Müslümanlar bu kaidelere harfi harfine uymuş mudur? Günümüz de dâhil olmak üzere, çeşitli dönemlerde söz konusu prensip, kaide ve kurallardan maalesef sapmalar olmuştur. Bununla beraber, nispetler perspektifinde başka medeniyetler veya devletlerin esirlere muamele tarzıyla mukayese ettiğimizde, Müslümanların daha iyi bir noktada olduğu söylemek mümkündür.
Savaş esirlerine muamele tarzının, devletlerarası ilişkilerde önemli bir yeri vardır. Nitekim 1800’lü yılların ikinci yarısında başlayıp devam eden ve Paris, Cenevre, Saint-Petersburg, Washington, Lahey anlaşmaları diye tarihe mal olan sözleşmelerde devletler savaş esnası ve sonrasında uyacakları kurallar adına birçok hüküm belirlemişlerdir. Savaş esirleri konusunda en detaylı anlaşma, 1949 yılında, III. Cenevre Savaş Esirleri Sözleşmesidir. Bu sözleşme hala yürürlükte olup genel hükümlerin yanı sıra, esirlerin himayesi, onur ve şereflerine saygı duyulması, yeme, içme ve sağlık gibi ihtiyaçlarının karşılanması, dini ibadetleri yerine getirebilmeleri, dış dünya ile ilişkileri ve cezai işlemleri gibi meseleleri muhtevidir.