Albert

 İstanbul’da bir seminer çalışmasında tanıdım onu. Uzun boylu, sarışın ve geniş omuzlu bir delikanlıydı Albert. Annesi, komşularının Arap ülkelerinden birinde diplomat olan oğlundan etkilenerek onun da diplomat olmasını istemiş ve oğlunu Arapça kursuna göndermiş. Neticede 23–24 yaşlarındaki bu delikanlı; Türkçe, İngilizce, Arapça ve Kazakçayı iyi derecede öğrenmiş. Albert, okuduğu Türkçe yazıları rahat anlıyordu, ama konuşma konusunda henüz yeterli seviyede değildi. Otelde Albert’le aynı odada kalınca konuşma fırsatı bulduk.

Albert’in ailesi din adına hiçbir şey bilmiyormuş. Allah inancını ve dini hiçbir zaman bir ihtiyaç olarak görmemiş ve düşünmemişler. “Hâlâ da öyle” diyor Albert. Küçük kardeşi ise ağabeyinin vesilesiyle, inanç iklimine yelken açmış. Öyle ki,  Albert, “Siz kardeşimdeki saf ve duru hali, inanç, tefekkür ve samimiyetindeki derinliği görseniz beni hiç beğenmezsiniz” diyor.

“Aileniz, özellikle babanız sizdeki inanmışlık hâlini nasıl karşılıyor?” diye soruyorum. “Önceleri babam çok garipsedi. Ama zamanla bizdeki dürüstlüğü, saygıyı ve özellikle de gençliğin içinde boğulduğu bohem hayattan uzak duruştaki kararlılığı görünce derin bir saygı duymaya başladı” diyor ve devam ediyor: “Bizim gençlik, ne yazık ki tam bir sefahat bataklığında ve başta büyüklerine hürmet olmak üzere insanî değerlerini yitirmiş durumda. Elhamdülillah, İslâmiyet bize öyle bir şeref kattı ki, ailemizin nazarında da bizi şerefli kıldı.”

Mukaddes sancıların büyük şairi Sezai Karakoç’un 1970’li yıllarda bu günleri hissedercesine yazdığı şu mısralar dolanıyor dilime:

Yıkıntılar, leşler ve mezarlar

Ve gece hışırtıları içinden

Bin yıllık kar altından

Ölüler kentinden

Sıyrılarak

Geceyi ışıklarla delerek

Gelenler var biliyorum

Ülkesinde felsefe ve düşünce tarihi tez çalışmasına başlayacakmış. Hangi konuyu çalışacağını sorduğumda, “Şu an Türkçemi ilerletiyorum ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerini okuyorum. O’nun düşünceleri üzerine bir çalışma yapacağım inşallah” diyor. Avrupa’yı, Arap dünyasını, Türkiye’yi ve kendi coğrafyasını tanımaya çalışan bu delikanlıya dünyadaki eğitim faaliyetlerimizi soruyorum. “Bunlar Kur’an’ın bu asırdaki ruhudur. Kuran’ın bu asra bakan yönüdür” diyor. Hislerimize çok önceden tercüman olan Karakoç devam ediyor:

Güneşin ışığını taşıyorlar

Koşanlar bunlardır çağırdığım fecre doğru

Yoğrulacak bir fecre doğru

Aydan sütunlar taşıyorlar

Gün ışığından kemerler

Çerçeveler yerleştiriyorlar dört yöne

Bir keresinde “Albert, senin bu güzel hallerine gıpta ediyorum” deyince, “Allah kime hidayet dilerse onu dalalete düşürecek kimse yoktur, kime dalalet dilerse ona da hidayet edecek kimse yoktur” mealindeki ayeti okuyor ve devam ediyor: “Ben dünyanın en şanslı ve lütuflara en çok mazhar olanlarından biriyim. Allah bana iman zevkini tattırdı. Bunlar tamamen O’nun merhameti ve lütfu.” Bunları söylerken öylesine şükür hisleriyle dolup taşıyor ki!

Sabah namazı için erken kalkıyor Albert. Otelin yakınındaki camiye gitmek için odadan çıkarken duyduğu heyecan ve huzur hâli görülmeye değer.

Seminer çalışmalarını bitirip ayrılırken, otobüs yolculuğunda bir arkadaş da bize katılıyor. O da Albert’i fark etmiş olmalı ki, şunu söyleme gereği duyuyor: “Albert’in namaz kılışındaki hal bana öylesine tesir etti ki, anlatması zor!”

Binlerce fedakâr insanın samimi gayreti, nasıl bir ilâhî lütufla mükâfatlandırılıyor! Şiirin sesi tekrar yankılanıyor kulaklarımda: 

Geliyorlar ustalar çıraklar

Şafak işçileri

İkindi mimarları

Çağı bir ortaçağ yayı gibi geren ülkülerine

İnançsızlığın, yıkıcılığın

Köleliğin, sömürmenin

Kör yüreğine ok atan

İnkârı öldüren

İnsanı dirilten

Bir fecrin erleri

Batmış medeniyetimizin

Ruhumuzun arkeologları

Çıkıp çıkıp bir lânetli geceden 

Geliyorlar. (Sezai Karakoç)

Bu yazıyı paylaş