Yalnızlığın Acısı

Enver Bey, kaldığı huzurevinin girişine açılan merdivenleri ağır ağır inerken heyecanlanıyordu. İple çektiği haftalık görüşme günlerinden biri daha gelmişti. Doktor olan oğlu, yoğun bir iş temposu içinde olmasına rağmen her hafta sonu ziyaretine gelmeye çalışır, yanında torunu Alican’ı getirmeyi de ihmal etmezdi.

Bu buluşma saatleri ne kadar saadet dolu, ne kadar latif anlardı. Alican bir hafta boyunca yaptıklarını dedesine anlatır, coşkuyla oradan oraya koşturup dururdu. Enver Bey, Alican’ı izlemekten yorulur, minik afacanın bitmez tükenmez bir enerjisi olduğunu düşünürdü.

Yaşlı adam, torununun muzipliklerini düşünerek aşağıya indi. Bekleme salonunda bahçeyi rahatça görebileceği bir koltuk seçerek yavaşça oturdu. Bahar ve yaz aylarında yeşilin bütün tonlarına bürünen, çeşit çeşit çiçeklerle görenleri kendisine hayran bırakan bu güzel yer şimdi ne kadar da ıssız ve bakımsızdı. Soğuğun ve şiddetli yağmurun tesiriyle insanlar bir banka oturup soluklanmayı asla düşünemiyor, hızlı adımlarla uzaklaşıyorlardı.

Enver Bey, hızlı ve telaşlı adımlarla içeriye giren insanları seyretti bir süre. Sonra gözlerini iskeletler gibi kupkuru kalan dallarıyla eğri büğrü bir görüntü meydana getiren ağaçlara çevirdi. Yazın bahçenin sakinleri olan, şakımalarıyla dinleyenleri bambaşka âlemlere taşıyan kuşlardan, ipek gibi kanatlarında olağanüstü desenler ve renkler taşıyan kelebeklerden, telaşlı hareketlerle durup dinlenmeden yuvasına yiyecek taşıyan karıncalardan, her köşesinden hayat fışkıran bahçeden eser kalmamıştı.

Bu sırada Enver Bey’in cep telefonu çaldı. Arayan oğluydu. Bu hafta işlerinin çok yoğun olduğunu söylüyor, özür dileyerek gelemeyeceğini açıklıyordu.

Yaşlı adam, büyük bir hayal kırıklığı yaşamış olmasına rağmen incinmişliğini belli etmemeye gayret ederek oğlunu teselliyle etmeye çalıştı:

“Olsun evladım. Biliyorum, geçerli bir mazeretin olmasa, bekletmez gelirdin.”

Telefonu kapatırken içindeki ümit kırıntılarını da yitirdiğini gören Enver Bey, hicran soluklayan gözler ve buruk bir kalple bahçeyi daha farklı bir gözle incelemeye başladı. Şimdi kendi hâli ile bu ıssız mekânı özdeşleştiriyor, kalbindeki yarası daha da büyüyor, içini kanatıyordu. Kendisinin de bir zamanlar cıvıl cıvıl bir hayatı yok muydu? Belli ki o zamanlar ömrünün yaz mevsimini yaşamaktaydı. Çocuklarının cıvıltılı sesleriyle odalarını doldurduğu yuvasında huzur soluklar, evinin bacasından bile mutlu dumanlar tüttüğünü düşünür, dünyanın en talihli insanı olduğuna inanırdı.

Keyifle yedikleri akşam yemeklerini büyük bir özlemle hatırladı. Uzun kış gecelerinde, üzerinde kestane kavurdukları, ekmek kızarttıkları sobanın etrafına toplanarak yaptıkları sohbetler ne kadar samimi olurdu.

Burnuna, evleri güzel koksun diye sobanın üzerine koydukları mandalina kabuklarının iç bayıltan rayihası geldi. O zamanlar internet, bilgisayar oyunları olmadığı gibi tek eğlenceleri olan siyah beyaz televizyon ise yalnızca bir kanalı gösteriyordu. Aile dostlarıyla beraber içtikleri çaylar ayrı bir keyif verirdi. Oysa şimdi dostlarından ayrı düşmüş, canı gibi sevdiği evlatlarını göremez olmuştu. Üzerlerine titrediği, büyümelerini ihtimamla takip ettiği, başarılardan dolayı iftihar ettiği çocuklarıyla ayrı düşmüştü. Aynı şehirde yaşadıkları için nispeten daha sık görüştüğü oğlu Ömer, muayenehane, hastane ve ev arasında koşuşturan, sevdiği mesleği yaparken hayatının büyük bir zaman dilimini hastalarına ayırmak zorunda kalan başarılı bir doktordu. Onun aranan bir doktor olması Enver Bey’i de onurlandırıyor, kendisiyle yeteri kadar ilgilenememesine içerlemiyordu.

Bir subayla evli olan biricik kızı Seçil ise öğretmenlik mesleğini başarıyla sürdürüyor, Anadolu’nun değişik şehirlerinde görev yapıyordu. Ancak bayramlarda ve yıllık tatillerinde yaşlı babasının yanına uğrayıp elini öpebiliyor, hâlini hatırını sorabiliyordu.

Mühendis olan küçük oğlu Efe ise kendisini Amerika’ya gitme sevdasına kaptırmış, üç yıldır okyanus ötesinde bulunuyor, Enver Bey zaman zaman internet aracılığıyla yaptıkları görüşmelerde onun ekran üzerindeki görüntüleriyle avunmak zorunda kalıyordu. Efe, yapılan bu görüşmelerde babasına projelerinden ve Amerika’da tecrübe kazanmasının itibarını ne kadar artıracağından bahseder dururdu.

Enver Bey aklına gelenlerle gülümsedi. Bu deli oğlan oralardan bir Amerikalı kız bulup evlenir de bizi tamamen defterden siler mi acaba? Genç adam nereden bilebilirdi babasının yaşlı yüreğinin onu ne kadar çok özlediğini, kaç defa yoldan geçenleri kendisine benzeterek heyecana kapıldığını.

“Seniha sen yanımda olsaydın, bari sen beni bırakmasaydın” diye hicranla inleyen Enver Bey, hanımını benliğinin bütün zerreleriyle hatırlamış, yüreği özlemle burkulmuştu.

“Şu anda senin sesini duymaya ne kadar da çok ihtiyacım var, yaşasaydın küçük evimizde beraber otururduk, yüreğinin ışıltısıyla evimizi şenlendirirdin. Ben de böyle huzurevi köşelerinde yapayalnız kalmazdım,” diye hayıflandı. Enver Bey, hayat arkadaşını kaybedeli beş yıl olmuştu. Geçen zamanla birlikte yalnızlığın acısı omuzlarına binmiş, yüreğini daha bir kanatır hâle gelmişti.

Yaşlı adam, derin bir tefekkürün vesilesiyle aklına gelenlerle irkildi: “Herkes beni terk ediyor, bütün sevdiklerim. Ben onları yakalamaya çalıştıkça, bende kalsınlar diye sımsıkı sarmaladıkça, beni inciterek, yüreğimi kanatarak kopup gidiyorlar. Hatta ben bile içimdeki beni terk ediyorum. Her gün aynaya baktığımda karşımda o eski beni bulamıyorum. Nerede o eski Enver? Artık saçlarıma aklar düştü, yüzümde derin çizgiler oluştu, gözlerimin feri söndü. O çok güvendiğim aklım bile bana oyunlar oynamaya başladı. Unutkanlıklar ortaya çıktı. Kim bilir, belki de en başından yaptım hatayı. Kalbimi kanatarak benden kopup uzaklaşacaklarını düşünemeden sevdiklerime çok fazla bağlandım.

Ailem, eşim, dostum, gençliğim hepsi beni terk etti. Hepsi ırmağın birbiri ardınca kabaran dalgalarında bir anlık ışımaymış sadece. Yakalamaya çalıştığım, elimde tutmak istediğim bir parça buzmuş, sıcak kumlar üzerinde buharlaşıp uçan. Hâlbuki ben Hazreti İbrahim’in dediği gibi “Batıp gideni istemem” diyerek fani sevgililerde teselli aramamalıydım. Ben de “Ya Baki, Entel Baki” diyerek gerçek Sevgili’ye yönelebilseydim, O’ndan başkasının sevgisiyle doldurulamayan sonsuz sevgiler aynası kalbim böyle incinmezdi.”

Enver Bey; vefalı Sevgili’nin, asla terk etmeyen, sönmeyen eskimeyen, bitip tükenmeyen, ezeli ve ebedi olan, Hay ve Kayyum olan Rabbinin sevgisinin bütün hücrelerini doldurduğunu hissetti.

“Vefalı, gerçek Dost’a hakkıyla yönelmenin zamanı gelmedi mi hey Enver?” diyerek hayıflandı.

O vefalı Dost’un iklimi o kadar güzeldi ki huzura varıldığında dünyanın bütün keşmekeşi, bütün sıkıntıları sona erer, bir güvercin gibi çırpınıp duran kalp sakinleşir, huzur soluklardı. Rahim olan Sevgili kendisini en yakın olarak tarif etmiyor muydu?

“Kullarım Beni senden soracak olurlarsa bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim.” (Bakara, 2/186).

Bu yazıyı paylaş