Kazanma Kuşağında Bir Nesil

Hizmet Hareketinin en önemli vasıflarından biri, eğitim çalışmalarına önem vermesidir. Özellikle Türkiye’de siyasi zihniyetin hırs ve intikam duygularıyla kapattığı dershaneler, pırıl pırıl bir neslin yetiştirilmesine vesile olmuştur. Her kesimden ailelerin çocuklarını gönderdiği bu kurumların faaliyetlerinin durdurulması Türk milletini kazanma kuşağında çok ciddi kayıplara uğratmıştır. Bu kurumlar sadece sınavlara hazırlayan basit kurslar değildi. Bu eğitim yuvalarına devam eden nesiller, her türlü kötülükten korunuyor ve güzellikler adına ciddi donanımlar kazanıyorlardı. Muvakkaten yaşanmakta olan eğitim mahrumiyeti geleceğin güzel günlerinde yeniden telafi edilecektir inşallah. Sizleri bu dershanelerden birinde yaşanmış olan bir hadiseyi okumaya davet ediyorum:

Hayat çizgisinde önemli değişikliklere yol açacak bir başlangıca doğru yürüdüğünün farkında bile değildi. Buraya arkadaşlarıyla girdiği bir iddiayı kazanmak için gelmişti. Bu insanlar hakkında çok şey söylenmişti kendisine, enteresan senaryolardan bahsedilmişti her fırsatta. İçeriye adımını attığından bu yana, kafasında daha önceden oluşan şablonlarla, gördükleri arasındaki tezadın şaşkınlığını yaşıyor, geliş sebebinden dolayı, belli belirsiz bir pişmanlık duygusunun bütün ruhunu sarmakta olduğunu hissediyordu. Amacı bazı konuları soruyormuş gibi yapıp görevlilerle alay etmekti. Daha sonra da muzaffer bir komutan edasıyla dışarı çıkıp kendisini bekleyen arkadaşlarına: “Gördünüz mü? Hani içeriye giremezdim!” diye bağırıp ardından da Erol’a: “Hadi bakalım, tatlılar senden” diyebilmekti. Fakat içeriye girince duyduğu, ama bir anlam veremediği heyecan ve mahcubiyet, o şımarık kızı götürmüş, yerine sessiz, çekingen bir genç kız getirmişti.

Bir süre ortalığı süzdükten sonra, danışmada oturan şık giyimli, nazik görünümlü gence doğru yürüdü ağır ağır ve tedirgin bir ses tonuyla: “Affedersiniz, yetkili biriyle görüşebilir miyim?” dedi. Genç: “Hoş geldiniz, isminizi ve hangi konuda görüşmek istediğinizi öğrenebilir miyim?” diye sordu samimi bir tavırla. Genç kız bir an sessiz kaldı: “Hayret, hiç de anlatıldığı gibi davranmıyorlar. Benzer yerlerde eşine az rastlanır bir incelik seziliyor bunlarda. Üstelik dış görünümüme de aldırmadılar” diye geçirdi içinden. Görevli, sorusuna cevap verilmediği hâlde, sabırsızlık göstermeden, yüzündeki tebessümü değiştirmeden bekliyordu. Genç kız birden daldığı düşüncelerden sıyrıldı, karşısındaki insanı beklettiği için mahcup bir ses tonuyla: “İsmim Serap Yılmaz, kursunuz hakkında bilgi alacaktım” diyebildi. Genç eliyle yol göstererek: “Buyurun efendim. Sizi Hüseyin Varol Bey’le görüştüreyim” dedi. Genç kız oldukça heyecanlanmıştı. Böyle bir işe kalkıştığı için kendine kızıyor, bir yandan da: “Heyecanlanacak ne var? Alt tarafı bilgi alacağım. Beni kesecek değiller ya!” diyordu kendi kendine.

İçeri girdiğinde Hüseyin Bey, ayağa kalkarak karşıladı kendisini. Olgun ve saygı uyandıran bir görünümü vardı. Davranışları yapmacıklıktan uzaktı. Samimîive etkileyici bir ses tonuyla: “Hoş geldiniz. Buyurun oturun lütfen. Sizi birkaç dakika bekleteceğim için özür diliyorum. Yarım kalan bir telefon görüşmemi tamamlamam gerekiyor” dedi. Genç kız, o an masanın üzerinde açık duran telefonu fark etti ve sessizce kendisine gösterilen yere oturdu. Bu karşılama, Serap’ı ister istemez babasıyla geçen yıl yaşadıkları bir olaya götürmüştü. Odasına girdikleri bir yönetici dakikalarca onları fark etmemiş gibi davranmış, uzun süren telefon konuşması bittikten sonra, gözlüklerini ağır hareketlerle takıp bir yerlere uzun uzun notlar almış, işi bitince de kaşlarını kaldırarak: “Ne var, ne istiyorsunuz?” diye sormuştu. Bu duruma çok sinirlenen babası: “Beyefendi, bizi tam on dakikadır ayakta bekletiyorsunuz; hiç olmazsa bir el işaretiyle yer gösterebilirdiniz. Anlaşılıyor ki çok önemli işleriniz var ve çok meşgulsünüz. Sizi daha fazla rahatsız etmeyelim!” demiş ve baba kız verilecek cevabı beklemeden dışarı çıkmışlardı. Oysa haklarında oldukça olumsuz kanaate sahip olduğu bu insanlar davranışlarıyla, o ana kadarki düşüncelerini ve şartlı bakışını alt üst etmişlerdi. İnsanlara karşı peşin hükümle yaklaşmanın ne kadar yanlış olduğunu düşündü. Sözden çok davranışın ne kadar etkili bir dil olduğunu fark etti bir anda. Evet, davranış ne kadar etkili bir dildi ki bugüne değin içinde oluşturulan nefret, yerini bir saygı ve hayranlığa bırakmıştı.

Serap, bütün bu düşüncelerden Hüseyin Bey’in, “Buyurun sizi dinliyorum. Beklettiğim için tekrar özür dilerim” sözüyle sıyrıldı. Titreyen bir sesle: “Kursunuzla ilgili bilgi almak için gelmiştim” dedi. Hüseyin Bey: “İsterseniz önce uyguladığımız programı ve çalışmalarımızı anlatayım. Sonra da ödeme planını veririm” diye cevap verdi. Gayet ikna edici bir şekilde yaptıkları çalışmaları ve alternatif programların farklı olan noktalarını anlattı. Ücretler hakkında kısaca bilgi verdi. Serap: “Doğrusunu söylemek gerekirse ücretleriniz benzeri yerlerden çok farklı değil. Ancak uygulamalarınız oldukça cazip. Bu anlattıklarınızın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden nasıl emin olabilirim?” dedi. Hüseyin Bey: “Programa başlarsınız; sizin için faydalı olmadığı kanaatine vardığınız an bırakabilirsiniz” dedi. Sonra da başını iki yana sallayarak: “Toplumumuzda ne kadar güven bunalımı var, değil mi? Kimse kimseye inanmak istemiyor. Oysa birbirimize güvenmek zorundayız” dedi. Birkaç saniye bekledikten sonra sözlerine devam etti: “Bakın; buraya ne niyetle gelirseniz gelin, neticede benim için bir insansınız ve size güvenmem ve saygı duymam için insan olmanız yeterli. Hiç kimseye yapmadığım bir şeyi teklif edeceğim size: Programımıza bir ay katılın. ‘Benim için yararlı,’ derseniz ücretini ödeyin ve devam edin. Aksi takdirde hiçbir ücret ödemeyin. Bunu size ben taahhüt ediyorum. Karşılıklı güven adına bir adım atıyorum; bir adım da siz atmak istemez misiniz?” 

Serap, bu sözler karşısında iyice heyecanlanmıştı. Kalp atışları gitgide hızlanıyordu. Karşısındaki insan adeta düşüncelerini okumuştu. Hüseyin Bey’in: “Niyetiniz ne olursa olsun…” sözleri kulaklarında çınlıyordu. İçinden: “Aman Allah’ım, bu davete ‘Evet!’ demek üzereyim galiba. ‘Karşılıklı güven,’ ‘Bir adım atmak’… Galiba o adımı atmak üzereyim” diye düşündü. Belli belirsiz, buruk bir hüzün yayıldı kalbinin derinliklerine. Sonra ailesinin ve arkadaşlarının tepkisini düşündü. Arkadaşlarının bu kararı öğrendiklerindeki hayret dolu ve alaylı ifadelerini görür gibi oluyordu. Ama birkaç dakikadan beri tanıdığı bu insana derin bir saygı ve güven duyuyordu. Bu adam güven adına bir adım atmış ve ona : “Bir adım da siz atmaz mısınız?” demişti. Evet… Her şeye rağmen bir adım atmalıydı. Başını ağır ağır kaldırdı; kısık ama kararlı bir ses tonuyla: “Neden olmasın?” dedi. Sonra da “Ancak ailemi ikna etmeliyim” diye ekledi. Hüseyin Bey: “Hay hay… Kararınızı yarın bildirirseniz memnun olurum.” dedi. 

Serap müsaade isteyip sessizce çıktı odadan. Dalgın ve ağır adımlarla çıkış kapısına yöneldi. Dışarıya çıktığında bir an irkildi: İçeride ruhunu dolduran huzur ve güven duygusu, yerini sebebini anlayamadığı bir huzursuzluğa bırakmıştı. Sokağın başında kendisini bekleyen arkadaşlarını gördü hayal meyal. El çırpıyor, havalara zıplıyorlardı. Yavaşça onlara doğru yürüdü. Yaklaştığında Erol’un sesini duydu: “Serap yaman kızsın be. Bir saattir adamlarla dalga geçtin her hâlde. Sözüm söz, pastane masrafları benden. Haydi, arkadaşlar, doğru pastaneye” diye bağırdı. Serap, hiçbir tepki vermeden onlara iyice yaklaştı. Alkışlar ve çığlıklar yerini merak dolu bakışlara bırakmıştı. Genç kız, düşünceli bir şekilde arkadaşlarını süzdü. Verdiğin kararı onlarla şimdi paylaşmazsa bir daha hiç paylaşamayacağını fark etti. Sesi titriyordu ama huzur doluydu: “Ben kursa kaydımı yaptırdım” dedi. Bir an herkes olduğu yerde donakaldı. En iyi arkadaşı Erol şaşkınlığı geçince: “Kızım sen delirdin mi, ne kaydından bahsediyorsun?” diye bağırdı. Sonra Nilgün’ün kahkahası patladı: “Anlamadınız mı? Serap şimdi de bizi makaraya sarıyor” diye bağırdı. Sonra gençler hep beraber gülüşmeye başladılar. Fakat birkaç saniye sonra şaşkınlıkları iyice artmıştı. Serap’ın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Son kez: “Makara filân yok, ben kararımı verdim” dedi ve tepkileri beklemeden arkadaşlarının yanından uzaklaştı. 

Serap’ın ailesini ikna etmesi de kolay olmamıştı. Genç kızın ısrarları karşısında: “Nasıl olsa bir ay gider sonra da sıkılıp vazgeçer” diye düşünmüşlerdi. İlk gün biraz çekingendi fakat öğretmenlerinin ve yeni arkadaş çevresinin içten davranışları, bu tedirginliği kısa sürede giderdi. Hüseyin Bey’in anlattıklarından çok daha fazlasını bulmuştu bu kurumda. Üstelik anlatıldığı gibi; ne bir düşünce, ne de bir yaşam tarzı empoze ediliyordu burada. Sadece bilginin ve hizmetin en kalitelisi veriliyordu isteyenlere. Ancak idareciler ve öğretmenler, davranışlarıyla o kadar çok şey anlatıyordu ki onlara… Doğruluk, dürüstlük, fedakârlık gibi insanı insan yapan değerler adına ne varsa… Bir bakış, bir dost eli, bir vefalı davranış dil olup söz olup öyle engin dünyaların kapılarını açıyordu ki Serap’a; iyilik ve güzellik adına aradığı her şeyi bu insanlarda buluyordu.

Aradan aylar geçmişti. Serap kursu başarıyla tamamlamıştı. İstediği okulu kazanmış olmanın mutluluğunu Hüseyin Bey’le de paylaşmak, kendisine teşekkür etmek istiyordu. Bu arada yaz tatili de başlamıştı. Binanın giriş kapısına yaklaşınca buraya ilk geldiği an canlandı hayalinde. Kapıdan girince kendini Hüseyin Bey’e götüren genç karşıladı. Tıpkı ilk günkü gibi nazik ve mütebessimdi. “Hüseyin Bey’le görüşebilir miyim?” diye sordu görevliye. Aldığı cevap onu hem şaşırtmış hem de üzmüştü. Genç: “Hüseyin Bey yurt dışına gitti, artık orada görev yapıyor” demişti. Serap: “Öyle mi? Başarımda çok payı vardı. Sevincimi kendisiyle, paylaşmak istemiştim” dedi. Sonra da: “Fatma Hanım buradaysa görüşebilir miyim?” diye ekledi. Fizik öğretmeni Fatma Hanım Serap’ı sevgiyle kucakladı. Başarısından dolayı kendisini tebrik etti. Ancak Serap’ın üzüntülü hâlini fark edince sebebini öğrenmek istedi. Serap oldukça duygulanmıştı. Buraya ilk olarak niçin geldiğini, nelerle karşılaştığını ve yaşadığı değişimi anlattı. Ağladı… Ağladı…

Aradan yıllar geçmişti. Serap üniversitede okuyordu. O gün arkadaşlarıyla bir konferansa katılmışlardı. Oldukça hisli ve etkileyici bir konuşma dinlemişti. Serap bugün “değişim” macerasını bir kez daha hatırlamış, geldiği noktadan ötürü Allah’ına şükredip sevinç gözyaşları dökmüştü. Konferansın sonunda konuşmacı hanımla tanışmak istedi. Yanına gitti ve “Affedersiniz, sizinle tanışmak istiyorum” dedi. Konuşmacı hanım: “İyi bir dinleyicisiniz, ilginiz dikkatimi çekmişti. Benim adım Ayşe Varol” diye kendini tanıttı. Serap: “Ben de Serap Yılmaz. Anlattıklarınız beni yıllar öncesine götürdü” diye karşılık verdi. Sonra bir an durakladı: “Ayşe Varol’un Hüseyin Varol’la bir ilişkisi olabilir mi acaba?” diye düşündü. Sonra da “Soyadı benzerliğidir” diye yorumladı kendi kendine. Ayşe Hanım: “Daldınız birden” dedi. Serap: “Hayat çizgimde önemli bir dönüm noktasına vesile olan bir hocamın soyadı da Varol da bir an acaba, diye geçirdim içimden” dedi. Ayşe Hanım: “Hocanızın ismi nedir?” diye sordu. Serap: “Hüseyin Varol” diye cevapladı. Ayşe Hanım: “Benim dayım olan Hüseyin Varol’dan bahsetmiyorsunuz herhalde. Çünkü o şu anda yurtdışında” diye gülümsedi. Biraz konuşunca aynı insandan bahsettiklerini anladılar. Bu durum ikisini de oldukça etkilemiş ve duygulandırmıştı. Sohbet tanışıklığı yerini gittikçe derinleşip gelişen bir dostluğa bırakmıştı.

Yıllar sonra Hüseyin Bey yurt dışından döndüğünde Ayşe Hanım bu karşılaşmayı dayısına ayrıntılarıyla anlattı. Hüseyin Bey, Serap’la konuşmasını, onu ikna edişini, daha dünmüş gibi hatırlıyordu. Serap’ın şu anda geldiği noktaya, müspet hayat tarzına çok sevinmişti. Onunla karşılaştığı gün çok ciddî sıkıntıları vardı. Ama bütün sancısını içine atmış ve karşısına çıkan bu kızcağıza en güzel şekilde davranmaya çalışmıştı. O an durakladı, gözlerini kapadı. Derin bir muhasebeye daldığı yüz hatlarından anlaşılıyordu. Dudaklarından şu sözler döküldü: “Davranışlarımızla; kazandıklarımız kadar, kaybettiklerimiz de oluyor. Düşünülmeden söylenmiş bir sözün, hesaplanmamış yanlış bir tutumun bizden uzaklaştırdığı insanlar var. Doğru hareketlerimizle güzelliklerine vesile olduğumuz kadar kendimizden kaçırdığımız, soğuttuğumuz Aliler, Tolgalar, Nilgünler, Şuleler de var.’ Dışarıda yağmur çiseliyordu; gökyüzü kazanılan ve kaybedilenlere birlikte ağlıyordu belki de…

Bu yazıyı paylaş