Hacı Amcamız Ali Rıza Güven

1914 yılında Antalya’nın Akseki kazasına bağlı Sarıhacılar köyünde doğan Ali Rıza Güven, aynı sene I. Dünya Savaşının başlamasıyla askere giden babasından henüz altı aylıkken ayrılır ve bir buçuk yaşındayken babası şehit olur. Çocukluk yılları fakirlikle geçer. 14 yaşında İzmir’e gelir. Bir akrabasının ticarethanesinde çırak olarak işe başlar. 1933’te Ankara’ya gider ve bir tuhafiye dükkânı açar. 1941’de bir akrabasının kızıyla evlenip 1943 yılında İzmir’de tekrar bir tuhafiye dükkânı açar.

İzmir’de 1945–1950 yılları arasında evlerde çay sohbetleri ve dersler başlar. Bu sohbetlere, 1946–1947’de İzmir Poligon’da yedek subay olarak askerlik yapan Yaşar Tunagür hocamız da katılır. 1950’de Salih Tanrıbuyruğu ve Raif Cilasun öncülüğünde, Kur’ân Öğrencilerini Koruma Derneği kurulur. İmam Hatip Okulu açıldıktan sonra 1954 yılında derneğin adı İmam Hatip ve İlahiyata Öğrenci Yetiştirme Derneği olarak değiştirilir. Dernek Başkanı da Ali Rıza Güven olur.

1964’te Prof. Dr. Tayyib Okiç, Ankara İlahiyat Fakültesi hocası olarak İzmir’e gelir. Ali Rıza Güven’e İzmir’de Yüksek İslam Enstitüsü açma teklifinde bulunur. Emekli Albay Mehmet Çatalkaya ile Ankara’ya giderek Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı ile görüşürler ve İzmir Yüksek İslam Enstitüsü açılır.

1960 sonbaharında Kestanepazarı’ndaki imam hatip yurduna talebe olarak geldiğimde hazırlık kursunda Hacı Salih Tanrıbuyruğu, Hacı Ali Tosun, Şaban Düz, Hafız Mehmet Keçecioğlu, Hafız İbrahim Kılıç, Hafız Vehbi Cuhacı, Hafız Ali Şendil, İshak Türe gibi değerli hocalar vardı. Onlardan ders alıyorduk. Hacı Ali Rıza Güven bütün talebelerin Hacı Amcasıydı. Sabah namazlarında Alsancak’taki evinden gelir, bizleri kaldırır ve bizimle namazını kılardı.

İmam Hatip Lisesine geçtiğim senenin haziran ayında, yurt müdürümüz Yaşar Tunagür hocamızla Hacı Amcamız Ali Rıza Güven beni çağırdılar. Bana, “İlim Yayma Cemiyeti ile İsveç’ten bir vakıf, yaz tatilinde talebe mübadelesi anlaşması yapmışlar. Yol paralarını vakıflar ödeyecek, gittikleri yerlerdeki masraflar oralardaki vakıflara ait olacak. Sana ayrıca harçlık vereceğiz, değerli kitaplar alır gelirsin. Biz yurttan 25 öğrenci seçtik aranızda kura çektik, sen çıktın. İsveç’e gitmek için hazırlan” dediler. Ama iştirak azlığından gidemedim. İsveç’e ancak 39 sene sonra gidebildim.

1965 yazında, iki ay içinde, arkadaşımız Mehmet Binici her gün onar sayfa ezberleyerek Kur’ân-ı Kerimi hıfzetmişti. Onun için Hisar Camiinde bir merasim yapılmıştı. Hacı Amca, Mehmet Binici’ye kendi Elmalılı Tefsirini hediye etmiş, bana da iki ciltlik fıkıh kitabı hediye etmişti, ama maalesef gazetede benim fotoğrafım neşredilmişti.

  1. Fethullah Gülen Hocaefendi gelince, Ali Rıza Güven amcamızın, Hocaefendi’ye çok saygılı davrandığına şahit oluyorduk. Bir seferinde müdür odası ile öğrencilerin toplandığı büyük salon arasında Hacı Amcamızın, Hocaefendi’nin pantolonuna sıçrayan bir lekeyi temizlemek için eğilip çitelediğine şahit olmuştuk.
  2. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Hacı Ali Rıza Güven hakkındaki düşünceleri şu şekilde:

“İlk müşahedeme göre devamlı olarak talebenin başında bulunmamda zaruret olduğu kanaatine vardım. 24 saat hiç uyumamam icap ediyordu. Talebenin umumi durumu bunu gerektiriyordu. Devamlı riyazattan, bünyem iyice zayıf düşmüştü. Buna rağmen bir iki saat uyku ile yetiniyordum. Bazen sabaha kadar beklediğim ve hiç uyumadığım olurdu. Geceleri birkaç defa banyoları, tuvaletleri ve yatakhaneleri dolaşır, talebeyi kontrol ederdim. Bir taraftan talebe ile yakından ilgileniyor, diğer taraftan da gördüğüm gayri nizamî durumları düzeltmeye çalışıyordum.

İzmir’e geldikten altı ay kadar sonra, bana kalacak bir yer yaptılar. Burası tahta bir barakaydı. Eni de boyu da iki metre genişlikte bir kulübe idi. Ben ilk altı yedi ay, hep müdüriyette kaldım. İş oturuncaya kadar sırtımı yere koymadım diyebilirim.

Ali Rıza Güven Bey, dernek başkanıydı. Dernekte en çok sözü geçen oydu. Gıyabımda beni takdirle yâd ettiğini ve bir gün idarecileri toplayarak ‘Bu hoca, buranın yemeğini dahi yemiyor. Eğer onu rahatsız edici bir tavrınız olursa, hepinizi buradan atarım’ dediğini, daha sonra duydum. Kısa bir müddet sonra da, gerek talebe, gerek idarecilerin büyük çoğunluğu, gerekse hocalar beni kabullendiler ve aramızda ciddi bir kaynaşma oldu.

Benden evvel, Ali Rıza Güven Bey, her sabah gelir talebeleri kontrol edermiş. İlk günlerde sık gelirdi. Fakat beni hep ayakta ve talebelerin başında buldu. Bir gün, ‘Hocam artık burası bütünüyle size emanet. Benim gelmeme gerek kalmadı’ dedi. Ondan sonra da kontrol maksadıyla yurda hiç uğramadı.

Kulübemi çok seviyordum. Küçük bir yerdi. Uzansam ayaklarım duvara değerdi. Helası, lavabosu yoktu. Ellerimi dışarıdaki bir bidondan yıkıyordum. Fakat bu küçük oda, beni doyuracak seviyede hizmet veren yerlerden biri oldu. Çok mütevazı ve sade bir yerdi, fakat daha sonra meydana gelecek nice hizmetlere işte bu oda analık yapmıştı. Bir han gibi işlerdi orası.

Bazen Ali Rıza Güven Bey, Sacid Bey ile beraber, bazen Saffet Solak Bey bazen de bir başkası gelirdi. Ben de hususi çay yapar ve ikram ederdim. Ali Rıza Güven Bey, o tatlı sesiyle telefon eder ve ‘Hocam, çay hazır mı?’ derdi. Veya ben açardım telefonu ‘Ağabey, çay hazır’ derdim. Gelirdi. Evliya gibi bir insandı.

Kestanepazarı’nda bulunduğum devreye ait hayırlı teşebbüslerden biri de 1968 yılında İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsünün şu anda bulundukları yerleri alma çalışmaları oldu. Ali Rıza Güven, Dr. Dursun Bey ve ben, o arsalara beraber bakmış ve müşterek gayretlerle bu yerleri almıştık. Turgutlu’ya para toplamaya gittiğimizde, bize Hacı Bekir Bey de katılmıştı. Varlıklı insanların, para vermeyişleri çok tuhafıma giderdi. Bir fabrikatör elli lira vermişti; bunu çok garipsemiştim.

Böyle dolaşmakla bir yere varılamayacağını anladım. ‘Para isteyeceğimiz insanları bir araya toplayalım ve birbirlerini teşvik etsinler’ dedim. Bu teklifim kabul edildi ve İrfan Bey’in mağazasının üstünde toplandık. On kişi kadardık. Hatırladıklarım arasında, Konyalı Hacı Mustafa, Ali Rıza Güven, Hacı Ahmed Tatari ve İsmail Alkan vardı. Ben bir şeyler söyledim. Ali Rıza Güven de bir şeyler anlattı. Daha sonra da para toplandı. Ahmet Tatari 100 bin lira verdi. Ali Rıza Güven 50 bin lira ile onu takip etti.

İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsünün bütün faaliyetlerinde içlerinde bulunmaya çalıştım. Her açılış ve kapanış merasimlerine mutlaka iştirak etmeye gayret ettim. Bu müesseselerin faydasına her zaman inandım. Bugün de kanaatimi değiştirmiş değilim. Buralarda mükemmel insan yetişmeyebilir. Ama bu nesil belli bir boşluktan gelmiştir. Onlara bu kadarcık dahi olsa ilim, irfan ve dini kültür verme bence çok mühimdir. Değişik istihalelerle özünü bulma yolundadır. Gelecekte de inşallah tarihî vazifesini eda edecektir.”

Ali Rıza Güven ise Hocaefendi’yi şöyle anlatıyor:

“Yaşar Tunagür hocanın 1965 sonbaharında Ankara’ya tayini çıkmıştı. Kendisinden yerine mutlaka birini bulmasını talep ettik. Zaten aldığımız söz üzerine gidişine onay verdik. O da Ankara’ya gittikten sonra Hocaefendi’yi gönderdi bize. Hepimiz onu çok genç bulmuştuk. Acaba Yaşar Hoca’nın yerini doldurabilecek mi diye merak etmeye başladık. Fakat o çok kısa zamanda, kuşkumuzun yersizliğini ispat etti. Onu tahminimizin çok üstünde, âlim, faziletli, feragat sahibi ve çalışkan bir insan olarak bulduk. Disiplinine hayran olmamak mümkün değildi. Hem derslere girer hem de talebenin sevk ve idaresiyle meşgul olurdu.

Hocaefendi, hep ayakta ve talebelerin başındaydı. Bir gün, ‘Hocam artık burası bütünüyle size emanet. Benim gelmeme gerek kalmadı’ dedim. Hocaefendi İzmir’e geldiğinde, kendisi hakkında tam bir malumatımız yoktu. Fakat kendisine sahip çıktık. 26 yaşındaydı o zamanlar. 24 saat derneğin başındaydı. Ayrı bir ev yerine kulübede, öğrencilerin yanında kalmayı tercih etti. Bizim eve de gelip gidiyordu ara sıra. İşyerinden derneğe telefon hattı çektirmiştim. Hocaefendi mağazaya gelip gidiyordu. Ben de kendisini ziyarete gidiyordum. Küçük odasında (bir insan uzansa ayağı duvara değerdi) beraberce çok çay içtik. Çayı, Hocaefendi kendi elleriyle demlerdi. Odasında küçük bir elektrik sobası vardı. Bununla ufak tefek ihtiyaçlarını görebiliyordu. İkili sohbetlerimizi ve bazen de dertleşmelerimizi çoğunlukla bu ikindi vaktindeki çay saatinde yapardık. Hocaefendi’nin hiçbir siyasî düşüncesi ve hiçbir partiye sempatisi yoktu. Talebeleri sabah kaldırır, akşam yatıncaya kadar onlarla ilgilenirdi.

Hocaefendi Kestanepazarı’nda kalırken güzel, sade bir odası vardı. Yalnız, kaldığı yerin büyüklüğü olarak belirtmek gerekirse başka bir insan onun kaldığı yerde kalamazdı. Çünkü çok küçük bir yerdi. Tahtadan yapılmış kulübe idi. O kulübede dostane bir ortamda sohbet ederdi. Daha önce bu kulübede kalan yoktu. Baraka iki bölmeydi. Birinde kütüphanesi vardı. Hocaefendi, bütün ihtiyaçlarını diğer odada karşılardı. Misafir geldiği zaman burada ağırlardı.

Kendi işini kendisi yapar, başkasına yaptırmazdı. Odasında küçük bir kilim vardı. Yerde yatardı. Kanepesi, koltuğu, yatağı yoktu. Fazla elbisesi de yoktu. Temizliğe özen gösteren bir insandı.

Hocaefendi kursun yemeğini yemezdi. Alışverişini çarşıdan yapardı. Çok hassas bir insandı. Bütün hocalar para alırdı ama Hocaefendi buradan hiç para almazdı. Geceleri devamlı okurdu, uykuya çok az bir zaman ayırırdı. Zeki ve çok şefkatli idi. İnsanları kırmak ve onlara yük olmak istemezdi. Çıkarken bile ‘Sizi alıkoymayayım’ şeklinde nezaketle ayrılırdı.

Hocaefendi, Kestanepazarı’nda beş sene kadar hizmet verdi. Bu zaman zarfında yetişen talebeler farklı yetişmişlerdi. Şuurlu ve ruh köklerine bağlı birer insan oldular. Talebelerin her şeyiyle bizzat meşgul olurdu. Dersleriyle, terbiyeleriyle ve sosyal durumlarıyla… O hem yurt müdürü hem de başöğretmendi. Yetişen talebeler de ihlaslı ve samimi oluyordu. Bu farkı her zaman hissetmişimdir. Hastalandığım sırada Hocaefendi ABD’den bir mektup gönderdi. Dostların arasında bulunmayı çok arzuladığını yazmıştı.

Kestanepazarı Camiinde verdiği vaazlar da çok ilgi topluyordu. Zaten içi dolu bir insandı. İçindekileri aktarabilmede de çok mahirdi. Seçkin bir hitabet tarzı ve üslubu vardı. İkna gücü çok kuvvetliydi. Vaazlarında işlediği konular, her seviyedeki insanı tatmin ediyordu. Peşin hükümlü olmayanlar, onun vaazlarını çok beğenirdi.”

Bu mübarek zatı benim gibi Kestanepazarı’ndan geçen talebeler çok severler ve her zaman hayırla yâd ederler.

Bu yazıyı paylaş