Nirengi Noktalarımız ya da Yitirdiklerimiz: “Gözyaşları”

Lügatler, bir milletin bütün kelimelerini muhtevî olsalar bile, bazı kelime, deyim ve kavramlar sanki o millete değil, o milletin şahsında belirli şair ve yazarlara aittir. Ehl-i tahkik; üslûp sahibi müelliflerin birkaç mısraından şairini, birkaç cümlesinden de yazarını hemen tanıyıverir. Müelliflerin, eserlerinde bu kelime ve kavramları fevkalâde bir maharetle, yerli yerinde kullanmaları onlara bir imtiyaz kazandırdığı gibi, eserlerini de diğerlerinden ayıran önemli bir özellik haline getirir. Tabir câizse, “kilit taşı” kubbede ne ise onlar da şiir veya nesirde odur.

Bazı hususiyetler de vardır ki bir millete ait olmanın çok ötesinde belki bütün bir ümmete aittir. Bununla beraber, o hususiyetlerin bir kısmı belirli cemaat ya da dinî gruplarla öylesine özdeşleşmiştir ki halk nezdinde o grubun âdeta birer alâmet-i fârikası olarak öne çıkmışlardır. Meselâ; Hizmet Hareketinin kavram olarak literatüre kazandırdığı pek çok hususiyet mevcuttur. Tabiî, bu kavramlar Hocaefendi tarafından ortaya konulmuş, ihya edilmiş ve zaman içerisinde cemaatin mümeyyiz vasıfları haline gelmiştir. Fakat, bugüne kadar, birkaç doktora tezine konu olacak mahiyette geniş bir literatür zenginliği taşıyan bu kavramlarla ilgili olarak gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında yeterli ve derinlikli araştırmalar maalesef yapılmamıştır.

Hizmet Hareketini diğer dinî yapılardan ayıran, daha doğru ifade ile belirgin hale getiren birçok vasıf vardır. Bu vasıflardan bir tanesi gözyaşlarıdır. Gözyaşları; özün, bazen için için Sızıntı halinde, bazen de Çağlayan’a dönüşerek gözden dökülmesinin ifadesidir. Gözyaşlarının tarihi ilk insana kadar gitse de tarifini gözü yaşlı bir Izdırap İnsanından almak daha yerinde olacaktır. O, şöyle tarif eder gözyaşlarını; “Hak rahmetinin insan gözünde damla damla olmasıdır gözyaşları. Dilin, duygunun ve gönlün el ele, yüz yüze birleştiği, iç içe girdiği ânın çiçekleşmesi üzerinde jâledir gözyaşları… Cennet hûrîlerinin kulaklarındaki küpeler, göz damlalarının yanında toprak kadar aşağı ve değersiz kalır! Heybet, korku, saygı ve sevgi gibi insanı duygulandıran, gönül tasını yakan ve kalpten sefil arzuları sıyırıp atan, ulvî hislerin çepeçevre ruhu sardığı ânın beyânıdır gözyaşları… Bulut bulut yükselip, Hakk rahmetinin eteklerinde dudak gezdiren, bu fâni âlemin bekâya mazhar pırlantalarıdır gözyaşları…”[1]

İlk Nebi ile başlayan ve son Rasûl’de kemâlini bulan gözyaşları bu kudsîler ordusunun ayrılmaz vasıfları olmuştur. Âdem Nebî’nin tevbesinin kabulü, Tufan peygamberinin âlemi sele vermesi, Halîlullâh’ın “Hasbî, Hasbî” diyerek âteşi berd ü selâma çevirmesi, masum rasûl Dâvûd’un ağlamalı feryadıyla Zebûr’u tilavet ederken insanların kendilerinden geçmesi… Bütün bunlar, hep gözyaşları sayesinde olmuştur. Ve nihayet, “gâye insan, ufuk peygamber”in tâ ana kucağından “ümmetî, ümmetî” niyazları ile başlayıp, ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar sevincini, derdini, gamını, tasasını Rabb-i Rahîmine açmasına, tıpkı şeytanın hile ve tuzaklarından Allah’a sığındığı gibi, “Ağlamayan gözden Sana sığınırım[2]buyurmasına gözyaşları eşlik etmiştir.

O, gece ağlıyor, gündüz ağlıyor, ümmetinin hem bu dünyadaki hem de ötedeki hallerini düşünerek ağlıyor, kendisine nâzil olan Kur’ân, yine kendisine okunurken ağlıyordu.[3] Bu ağlamalarında birçok zaman yalnız da değildi; etrafındaki sahabesi de O’nunla birlikte inliyorlardı:

Ne zaman ki, (Ey müşrikler, sizi ebedî mutluluğa çağıran) bu Söz’e mi şaşırıyorsunuz? (Zulüm ve isyanınızdan, günahlarınızdan dolayı ağlamanız gerekirken), hep gülüyor, hiç ağlamıyorsunuz[4] âyetleri nâzil olunca Mescid’deki Suffa Ashabı ağlıyordu. Bir sahabînin müşâhedesiyle, bir taraftan Allah Rasûlü’nün huzurunda ayakta dururken, diğer taraftan Allâh Teâlâ’ya o güzel sıfatlarıyla senâda bulunan Hz. Ebû Bekir ağlıyordu. “Rabbinin cezâsı mutlaka vukûʻ bulacaktır. Onu savacak hiçbir kuvvet yoktur[5] âyetlerini okuyunca birden nefesi daralan ve hasta düşen, öyle ki, insanların tam yirmi gün ziyaretine geldikleri Hz. Ömer ağlıyordu… Ağlamayan yok gibiydi. Ebû Recâ bir gün dostlarına, konakladıkları bir yerde İbn Abbâs’ın gözyaşlarını akıttığı bir yeri göstererek, “Bu toprak, İbn Abbâs’ın gözyaşlarıyla âdeta çürümüş, bir ayakkabı bağı gibi olmuştu” diyecektir.[6]

Sahabe sonrası devrilerde de yine aynı ruh heyecanı bir inci çizgi halinde devam etmiş, kalbi huşyar gönüller çile ve ıstırap ipine hep gözyaşları dizmişlerdir. Tarih boyunca; sular gibi çağlayan, Eyyûb gibi ağlayan, ciğergâhı dağlayan Yunus’lar, Celâleddîn-i Rûmî’ler ve çağın Büyük Muzdarip’i bu mukaddes kervanın kutup yıldızları gibidirler.

Bizlere hayatı boyunca durmadan Allah’ı tanıtan, Rasûlullâh ve ashabını anlatmaya, sevdirmeye çalışan bu Asrın Muzdaribi de serâpâ bir gözyaşı insanıdır. Adı anıldığında ilk olarak akla gelen, onun evvelâ bir “Hoca” ve “Efendi”, daha sonra ise sürekli ağlayan bir Dertli oluşudur. Onun ağlamaları, bir yetimin, bir öksüzün ağlamaları değildir… Onun ağlamaları, öncekilerde olduğu gibi, “tam bilemeden, öze eremeden veya visalin neş’esinden, huzurun heybetinden doğup gelen bir ağlayıştır.” Doğu’nun bülbül-i şeydâsı “Şâir İkbâl, bir yüksek toplulukta, ruhların huzurunda, Nebîler Sultanı’na; ‘En muteber hediye’ deyip, bir bardak şehit kanı takdim etmişti. Ben gökler ötesi o âlî meclise çağrılsaydım, günahına ağlamış kimselerin gözyaşlarını alır götürürdüm” diyen Altın Neslin münşîsinin ağlamalarıdır.

Hizmet’in yol haritasını çizen bu büyük zatın sadece vaaz ve sohbetlerinde gözyaşları gözükmez, pratik hayatın her safhasında onun gözlerine eşlik eden gözdaşlarıdır gözyaşları… Sızıntı dergisinin hemen ilk sayısında aksini bulan bu yol haritasında, hareketin mimarı kapak resmi için bir “Ağlayan Çocuk” resmini tercih etmişti. Resmin üzerine kaydedilen Mehmet Âkif’in “Merhametin yok diyelim nefsine / Merhamet etmez misin evladına?” mısraları ise; yaşatma idealiyle nesle ve bütün insanlığa nasıl el uzatılacağının âdeta özetini taşıyordu. Şimdilerde Sızıntı, Çağlayan’a döndü, ümidimiz odur ki, takipçilerinin de, kuruyan/kurumaya yüz tutan gözyaşları Şât, Fırat, Ceyhûn’a, nehr-i Nil’e döner…

Şurası muhakkak ki bir hareketin inşa unsurları sürekli diri tutulduğu müddetçe hareket de varlığını o seviyede devam ettirir. O hususiyetlerin bir şekilde ihmal edilip zamanla matlaşması, hareketin de zaman içerisinde sıradanlaşmasına ve etkisini kaybetmesine sebebiyet verecektir. Şüphesiz, Hizmet hareketinin en mümeyyiz vasıflarından birisi; ehl-i hizmet bir esnaf ağabeyimizden bir anekdotla nazarlarınıza sunacağımız “Gözyaşı” mevzuudur. Ağabeyimiz başından geçen hâdiseyi şöyle naklediyor:

“Yaşı 70–75 civarlarında olan tanıdığım ehl-i gönül bir insan vardı. Bu zât, ara sıra bizim dükkâna uğrar, birçok insanın bilemeyeceği veya duyamayacağı şeylerden bahseder, sonra da çeker giderdi. O gittikten sonra kendime baktığımda, sanki bir dahaki gelme vaktine kadar kucağıma bir heybe dolusu yük indirilmiş gibi hissederdim. Enteresandır, ben onları içselleştirip âdeta öğütüp bitirince o tekrar gelirdi.

Bir defasında gelmesine uzun bir ara vermişti. Nihayet geldiğinde kendisinin de etkilendiği ve aynı zamanda önemli bulduğu bir tecrübesini anlattı. Dedi ki: ‘Bir gün evde iken elime tespihimi almış virdimle meşgul olmaya başlamıştım. Doğrusu, bir taraftan zikrimi çekmeye çalışırken diğer taraftan da ağlamak istiyordum, ama bir türlü ağlayamıyordum. Bu hâl içimde ciddî sıkıntı meydana getirdi. Elimde tespih, sıkıntıdan odanın içinde tur atmaya başladım. Dilim zikir çekse, elim tespih tanelerini devretse bile gözümden bir damla yaş gelmiyordu. En sonunda elimdeki tespihi odanın bir kenarına fırlattım ve gayr-i ihtiyârî pencereye doğru yürüdüm. Pencerenin önüne geldiğimde baktım ki bizim pencerenin camında bir sinek bir oraya bir buraya gidip geliyor. İçimden, ‘Ya Rabbî, bu sinek burada ne yer, ne içer, nasıl beslenir? Görüntüde yiyebileceği bir şey de yok’ diye geçirdim.

Bunları düşünürken, içimden bu sineğe bir şeyler vermek geldi. Şöyle etrafıma bir baktım, bizim hanım ortalıkta gözükmüyor. ‘İyi’ dedim, ‘Hanım yoksa kolayca bir şeyler yapabilirim.’ Doğruca mutfağa gittim ve balın kavanozunu açtım. Küçük parmağımı bala azıcık bandırarak getirip cama sürdüm. Sonra geri çekilerek sineğin ne yapacağını seyretmeye başladım. Sinek gitti cama sürdüğüm balın hepsini yedi. Sonra yapacak bir şey kalmayınca yerden tekrar tespihimi aldım ve zikrimi çekmeye başladım. Zikrimi çekerken, baktım ki bir taraftan da kalbim ürpermeye ve gözlerimden yaş gelmeye başladı… Sonra anladım ki gözyaşlarımın gelmesi merhamete bağlı imiş… Sen Allah’ın yarattıklarına merhamet edecekmişsin ki, Allah da sana merhamet etsin, kalbine ürperti, gözlerine yaş ihsan eylesin.”

Eskiden bir-iki ay geçtiğinde (bazıları için bir-iki hafta olabilir) gözlerimizde yaş olmadı mı bunu bir büyük vebal sayar, hemen bir kaset ayarlayıp oturup dinler ve gözyaşı dökerdik. O lahûtî ses bizleri terapi etmenin yanında, can verir, heyecanlarımıza heyecan katardı. Şimdi düşünüyorum da en bariz özelliklerimizden biri olan gözyaşlarımız kimilerimizde kurumaya yüz tutmuş… Sırf Rızâ-i İlâhî için insanoğluna gösterdiğimiz şefkat ve merhamet de matlaşmış.

Velhâsıl-ı kelâm; nasıl ki, başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere bütün enbiyâ-ı izâm ve rusul-i kirâm efendilerimiz durmadan ağlamış, onlara bakan etraflarındaki sahabileri ağlamış, herhalde bugün bize düşen en büyük vazifelerden biri de; bu çağın Büyük Çilekeşini yalnız bırakmamak, onun ağlamalarına eşlik ederek sa’ye sarılıp ağlamaktır… Rabb-i Rahîm’imden eski günleri yeniden bir kere daha en mükemmeliyle bizlere lütfetmesini dilerim… Gelin, yeniden bir kere daha yitirdiklerimizi teker teker tespit edelim ve onları bulmaya çalışalım, diyorum. Bulması kolay, zira savrulan biziz, onlar bıraktığımız yerde duruyorlar… Sadece ilk adımı bizim atmamız gerekiyor. Gerisini Rabbimizin lütfedeceğine inanıyorum. Kur’ân’da Allah Teâlâ tam da bundan bahsetmiyor mu? “Gerçek şu ki Allah, bir topluluğun durumunu o topluluk kendi içindekini değiştirmedikçe değiştirmez.[7]

Dipnotlar

[1] M. Fethullah Gülen, Çağ ve Nesil, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 51.

[2] Ağlamanın gerekliliği, önemi ve bütün peygamberlerin ağladığı ile ilgili bkz. İbnü’l-Cevzî, Keşfü’l-Müşkil, 2/434; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 11/139.

[3] Buhârî, “Tefsîru Sûre” (4), 9, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 33, 34; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6/59.

[4] Necm Sûresi 53/59-60.

[5] Tûr Sûresi, 52/7-8.

[6] M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtüs-Sahâbe, (Müt. Hüseyin Okur), c. 3, İstanbul 2016, s. 172.

[7] Raʻd Sûresi, 13/11.

Bu yazıyı paylaş