Kahvaltı sofrasında sıcacık çayımızı içerek bir güzel güne daha başladık. Sofraya gelip oturan eşim, “Dinlendiniz mi?” diye sorarak kahvaltısını yapmaya başladı. Çayını eline alan annem, “Allah’ıma çok şükür” diye cevapladı. O sırada ikizim olan kız kardeşim, “Enişte, bu sefer hangi şehre gideceksiniz?” diye bir soru yöneltti. Çayını keyifle yudumlayan eşim, tebessüm ederek, “Afrika’ya gidiyoruz” dedi.
Sofraya bir anda sessizlik çöktü.
“Afrika mı?” diye hayretle sorunca, sadece kafasını sallayarak tasdik etti ve sakinliğini korudu.
Annemin yüzüne baktım. Acaba ne düşünüyordu? Her evladın yeri ayrıdır anne için. Annem sessizdi. Evlendiğimden beri hep farklı şehirlerde yaşadığımız için annemle yeterince ilgilenememiştim. Yanında bulunup derdiyle dertleşip sırdaş olmamıştım. Gençliğimde gezmeyi severdim. Annem bana şöyle derdi: “Evlendikten sonra kocanla birlikte nereye istersen gidersin.”
Annemin duası kabul olmuş gibi hep uzaklarda yaşadım. Bazen annem hüzünlenerek, “Birazcık bize yakın olamaz mısınız?” diyordu. Ben de “Annecim, bu senin kabul olmuş duan. Kocam neredeyse, ben de oradayım” der ve onu gülümsetirdim. Bu hatıralarla meşgulken annemin sesini işittim: “Allah’ım yolunuzu açık etsin! Oralarda hizmetinizi dosdoğru yapın.” diyerek dua etti. Annemin duası sayesinde biraz rahatlayıp yeni bir ülkeyi hayallerimde canlandırmaya başladım.
Yolculuk telaşımız başladı. Ansızın gelen bu haber, bazı akrabalarımızı sevindirdi, bazıları ise üzüntülerini dile getirdi. Bir hafta sonra eşim, gideceğimiz ülkeyi ziyaret etmek için yola çıktı ve 10 gün sonra bizi götürmek için geri döndü. Anne ve babamızın hayır dualarını alıp yola koyulduk. O zamana kadar birçok yolculuk yapmış olsak da bu farklıydı. Çocukların yorulması ve yol boyunca yaşadığım tedirginlik beni çok yıprattı. Sebebini bilmiyorum, ama hüzünlüydüm. Ülkemde ayrılırken bir avuç toprak alıp götürmüştüm.
Gözyaşlarım yağmur taneleri gibi damlamaya başladı. Çaktırmadan eşime baktım. Her zamanki gibi soğukkanlılığını koruyan eşim, duygularını pek açığa vurmuyordu. Uzun bir yolculuktan sonra Orta Afrika Cumhuriyeti’nin en büyük şehri ve başkenti Bangui’ye ulaştık. Bizi özel bir ilgiyle karşılayan Türk kardeşimiz, kalacağımız evimize götürdü.
Ülkenin resmi dili Fransızcaydı; biz de Fransızca öğrenmeye başladık. İlk fark ettiğim özellik vaktimizin bereketli olmasıydı. Sanki saatler geçmiyor gibiydi.
19 Eylül 2019’da öğretim yılı başladı. Sabah saat 5.00’te kalkıp hazırlandık. Dil bilgimiz yetersiz olmasına rağmen, okula başlamak bizim için bir mutluluktu. Çocuklar da sevinçliydi. Kahvaltımızı yapıp okulun yolunu tuttuk. Oğlumuz Ahmet’in yabancı bir ülkede okula başlayacak olması da ayrı bir mutluluk sebebiydi.
Üç dönemlik öğretim yılının ilk dönemi böylece başlamış oldu. Törenin bitmesiyle dersler başladı. Koridorda gezerek her sınıfa göz gezdiriyordum. Siyahî çocukların arasında birkaç beyaz öğrenci göze çarpıyor. Bir sınıfa yaklaştığımda oğlumun kızgın sesini işittim. Bir de ne göreyim! Sınıftaki öğrenciler oğlumu ortalarına almış, saçına dokunmaya çalışıyorlar. Böyle hareketleri beğenmeyen oğlum, İngilizce “Bırakın!” diye çığlık atıyordu. Ne yapabilirdim ki? Oradan sessizce uzaklaştım. Yerli öğrencilerin saçlarını çok kısa kestikleri için cinsiyetlerini ayırt etmekte zorlanıyorduk. Bazıları da peruk takıyordu.
Vakit öğleye yaklaşmıştı. Kütüphane benim ilk çalışma yerimdi. Kütüphane tecrübem olmasa da kitaplar arasına olduğuma sevinmiştim. Haftada sadece altı saat Türk dili dersi veriyordum. Vaktimin çoğunluğu kütüphanede geçiyordu. Kitapları tasnif ederken yanıma eşim geldi ve müdür odasına geçmemi istedi. Hiçbir şeyden habersiz gidip oturdum. Eşim bir anlık sessizlikten sonra abimin trafik kazasında hayatını kaybettiğini söyledi. Acı haber ciğerimi paramparça etse de sessiz kaldım.
Biz dört kardeştik. İki abim ve bir ikiz kız kardeşim vardı. Canım abimin vefatını duyunca beynimden vurulmuş gibi oldum. Hemen bir uçak bileti alıp sabaha doğru yola çıktım.
Günlerden cumaydı. Uçakta karışık hislerle boğuşuyor, hüzünle gözyaşı döküyordum. Mübarek cuma günü, abimin cenazesinin toprağa verileceği gündü.
Perşembe sabahı ruhunu teslim etmiş. Canım abiciğim, sözlerin kulaklarımda çınlıyor. Beni sevgiyle bağrına bastığın anlar gözümde canlanıyor. Çocukluk hatıralarımız hâlâ çok canlı. Bu ayrılık beni olgunlaştırdı. Ölüm Allah’ın takdiri… Vakit dolduğunda geldiğimiz yere döneriz. İmanımız yenilenmiş oldu. Ölümün hak olduğunu tekrar hatırlamış olduk. Cenab-ı Hak, Firdevs cennetini nasip etsin. Çocuklarına uzun, hayırlı ve iman dolu bir ömür nasip etsin. Her şeyi hakkıyla gören, bilen Allah var. Biz sadece kuluz.
Defin merasimine yetişemedim. Bir anda yaşlanmış olan anne babamı nasıl teselli edeceğimi bilemedim. Evlat acısıyla ciğerleri yanan anne babamı kucaklayıp “Rabbim emanetini geçici hediye olarak vermişti. Veren O, alacak olan da O. Yaratılmış olan Yaradan’a itiraz eder mi?” diyerek teselli etmeye çalıştım. Uzak yerlerden taziyeye gelen akrabalar vardı. O anda, burada anne babamın yanında kalsam mı diye düşünmeye başladım.
Bir hafta sonra uzak bir şehirden, tanıdığım iki abla geldi. Herkes sofradayken ablalardan birisi, bir tanıdığının gördüğü bir rüyayı anlatmaya başladı. Birkaç aile, uzaklara hicret etmek üzere toplanmış. Aralarında bir kadın, “Gitmek istemiyorum!” diye ağlayıp duruyormuş. O anda Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o meclise gelip “Bu ailelerin gideceği yerlerini ben seçtim. Ona güzelce anlatın, itiraz etmesin. Tekrar geleceğim.” diye teskin edip çıkmış. Abla rüyayı duyar duymaz, “Benim bir arkadaşım hicret ediyor.” diye benim fotoğrafımı göstermiş. Rüyayı gören abla da “Evet, rüyamda gördüğüm kişi buydu.” demiş.
Bu haberden sonra Allah’ın inayetiyle hemen kendime geldim, Anne ve babam, alnı secdeli, imanlı kişilerdi. Ayrılık zor gelse de hayır dualarıyla beni uğurladılar. Hicretin mânâsını bu sefer daha derinden anladım. Herkesi, her şeye gücü yeten Rabbime emanet edip yola koyuldum. Bu duygularla beyaz bulutlar arasından “Allah’a emanetsiniz!” diyerek el salladım.