Doğup büyüdüğü topraklar, binlerce Hizmet gönüllüsü gibi Hüseyin’e de dar gelmeye başlamıştı. Her gün kapısının çalınmasını beklemek olacak iş değildi. Durumu eşi ile konuştu. O da aynı fikirdeydi:
“Bir yıldan beri saklanıyorsun. Bundan sonra yakalanmak hiç iyi olmaz. Sen bir yolunu bulup çıksan iyi olur.”
“Beraber de çıkabiliriz aslında. Öyle yapanlar da var.”
“Yok, Hüseyin, şimdilik biz kalalım. Mümkün olursa biz sonra çıkalım.”
“Peki, nasıl isterseniz… Nasıl olsa Asya annemiz burada. Gözüm arkada kalmaz.”
Yurt dışına çıkma kararı Hüseyin’i ciddi şekilde etkilemişti. İçinde bir şeylerin koptuğunu hissetti. Çocukluğu, gençliği, görev yaptığı arkadaşları ve ailesi… Her şey film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Bütün bir maziyi geride bırakmak kolay değildi. “Mecbur kalmasam senden ayrılmazdım.” sözü geldi hatırına Allah Rasûlü’nün. Mecburdu. O da peygamberinin yolunda, yurdundan ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu düşünce teselli verdi kırık kalbine.
Aralık ayının ortaları idi. Havalar iyiden iyiye soğumuştu. Hüseyin çantasını alıp çıktı evden. Tarifi imkânsız bir veda idi bu… İstanbul’a gidecekti önce. Oradan da özgürlük sınıra doğru yol alacaktı. İstanbul’da karşılaştığı bir kaç kişi ile bir araca binip yola koyuldular batı istikametinde. Gece yolculuğu çok farklı idi. İnsanlar uykuda iken uyanık olmaktı biraz. Bir de sanki zamana takılmadan yer değiştirme hissi veriyordu insana. Uzun düşünceler eşlik etti Hüseyin’e yol boyu. Yüreği yandı, gözlerinden yaşlar indi. Nihayet araçtan indiler. Yolun kalan kısmını yürümek zorunda idiler. Hanımlar ve çocuklar da vardı kafilede.
Tarlalar çamurdu. Her adımda ayakların kayma tehlikesi vardı. Dünya hayatı da böyleydi aslında, ama insan çoğu zaman bunu anlayamıyordu. Her yeri çamur olan yerler vardır hayatta. Aşmak zor olur. Düşer insan. Her tarafı çamur olur. Birileri yardım eder. Çamurdan çıkar. Bazen de istemez çıkmayı. Çamur hoşuna gider. Öylece kalır oralarda.
Yürüyüş iki saat sürdü. Hava zifiri karanlık… Hafif hafif yağmur yağıyor. Nehrin kıyısı daha soğuk. Hüseyin ve arkadaşları kendilerini karşıya geçirecek olan botu şişirdiler. Ağacın dalına bağladıkları bota önce çocukları bindirdiler. Sonra hanımlar, en son da erkekler bindi. İki kişi kürek çekiyordu. İlk defa yaptıkları bu işte acemi idiler. Bot bir sağa bir sola gidiyordu. Botu idare edemediler. Bir ara bot kendi etrafında dönmeye başladı. Az kalsın akıntıya kapılacaktı. Bir de botun yan yatma tehlikesi vardı. Kürek çeken iki kişinin bütün gayretleri botu karşıya geçirmeye yetmiyordu. Bot bir kaç metre ilerlemişti sadece. Gecenin karanlığında, suyun içinde, çaresiz kalınca sığınacak merci belli idi. Yunus peygamber de böyle bir ızdırâr anı yaşamıştı.
Erkekler kürek çekenlere yardım etmek isterken hanımlar da dua yamaçlarında yerlerini almışlardı çoktan. Çocuklardan birkaçı korkudan ağlamaya başladı. Bu arada hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu. Bottaki hanımlardan biri gözlerini yummuş dua ediyordu. Birden suyun üzerinde birisinin kendilerine doğru geldiğini gördü. Gelen kişi onlara iyice yaklaştı, botu tuttu ve karşı sahile çekiverdi.
Kürek çekmek birden kolaylaşmıştı.
“Tamam arkadaşlar, bot ilerliyor. Ha hayret, az kaldı.”
“Çok şükür hocam, bot suyun etkisinden kurtuldu.”
Onlar da sanki kendileri çekmiş gibi sevindiler botun ilerlemesine.
Zorlu etabın birinci bölümü geride kalmıştı. Bot karşı sahilde durdu. Hüseyin bir ağaç dalına tutundu. Bu aynı zamandan özgürlüğe, hayata tutunma demekti. Az sonra eşyalarını ve küçük çocukları tekrar sırtlarına alacaklar ve gece yürüyüşüne devam edeceklerdi. Büyük bir engel geride kalmıştı, ama engeller ve düzlükler devam edecekti hayat boyu.
Hüseyin bir an bulunduğu yeri ve durumunu düşündü. Şimdi o bir mülteci idi. Hani iki yıl önce televizyon ekranlarından izlediği Suriyeli mülteciler var ya, onlar gibiydi. Hani Macaristan topraklarında Suriyeli bir baba, bir gazetecinin çelmesine takılmıştı ya. Hani başka bir grup, askerler yakalamasınlar diye on gün aç susuz bir yerlerde beklemişlerdi ve sadece ağaç yaprakları ile hayatta kalmayı başarmışlardı ya. Hani Ege Denizinden geçerken içinde bulundukları tekne kalabalık mültecileri taşıyamamış ve yan yatınca deniz bir mezarlık olmuştu ya. Hani Aylan bebek Muğla sahillerine vurmuştu da dünya fotoğraf karesinin cazibesine kapılıp olayın aslını unutup gitmişti. İşte şimdi kendisi de bir grup Hizmet gönüllüsü ile yollarda idi. Anneler ve çocuklar da vardı. Çünkü ülkede Hizmet insanına karşı bir soykırım başlatılmıştı.
Ülkesi nehrin ötesinde kalmıştı. Eşi ve çocukları da orada idi. Hüseyin yutkundu. Gözlerini sildi. Sonra arkadaşlarına baktı.
“Artık gidelim değil mi? Çok durmayalım burada.”
“Ama çok karanlık… Beklesek mi ki biraz daha?”
“Olmaz, hava çok soğuk. Beklersek hasta oluruz. Çocuklar hiç dayanamaz.”
Yola koyuldular. Her yer çalılık. Yürümek çok zor. Hava alabildiğine karanlık. Hava açık olsa belki yıldızlar veya ay biraz ışık saçardı. Bir saat kadar sonra yol ormanlık bir yere girdi. Hüseyin ve bir arkadaşı önde gidiyorlardı. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı, ama geldikleri yerin aksi istikamette ilerlemek yetiyordu onlara. Fakat bu sefer de ormanda kaybolma tehlikesi vardı.
Az sonra önlerinde bir aydınlık oldu. Hüseyin bir an fark etmedi aydınlığı. Normal olarak yürümeye devam etti. Yanındaki arkadaşı fark etmişti.
“Hocam, gördün mü?”
“Neyi?”
“Baksana, önümüzde bir aydınlık var.”
Hüseyin o an kendine geldi. Gerçekten önlerinde kendilerine yol gösteren aydınlık bir hat vardı. Hüseyin havaya baktı. Havada hiç bir ışık emaresi yoktu. Hem olsa bile sadece küçük bir koridor şeklinde olmazdı. Hüseyin arkadaşına “Sus” işareti yaparak yoluna devam etti.
Herkes iliklerine kadar ıslanmıştı. Yağan yağmur yürümeyi zorlaştırıyordu. Çocuklara bir şey olmasın diye azami gayret gösteriyorlardı. Onları koruyacak fazladan bir şeyleri de yoktu yanlarında. İçecek suları, yiyecek ekmekleri de yoktu yanlarında. Bunu hiç düşünememişlerdi aslında. Zalim bir toplumdan kurtulmak içindi bütün gayret. Hayatta kalmak zorundaydılar. Yağmur, gece, soğuk ve açlık… Her şey onları zorluyordu. Tam bir yokuş çıkıyorlardı. Yolun ikinci etabı, birinciden daha zor gelmeye başladı. Biraz dursalar, bir daha yürümeleri mümkün olmayacaktı belki de. Ayakları iyice ağırlaştı. Yol bitmek bilmiyor. Çamur deryalarını geçmek tam bir felaket… Az bir ümitsizlik insanı bitirebilir. Çocuklar dayanamıyor, ağlıyorlar. Anneler çocukların feryatları karşısında perişanlar. Onlar da çaresiz ve sadece ağlıyorlar. Korku ve panik bu masumları perişan edecek derecede. Herkesin dilinde dua. Herkes ağlıyor. Bitmiş olmanın verdiği acı ile yalvarıyorlar Allah’a.
Hüseyin gönülden yakarıyordu: “La ilahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin. Rabbim bizi bu karanlıktan aydınlığa çıkar.”
Bir müddet sonra kapısı olmayan, camları kırık bir kulübe gördüler. Eski bir karakol gözetleme kulübesi gibi bir şeydi bu. Dört kişinin ancak sığabileceği kulübeye on üç kişi girdi. Hem ısınmak hem de dinlenmek zorunda idiler. Soğuk gelmesin diye sırtlarındaki çantaları kapıya dizdiler.
Bir anne tarifi imkânsız bir acı içinde, “Çocuklar hasta olacak. Birilerine ulaşın ne olur,” diye feryat edince Hüseyin şarjı bitmek üzere olan telefonu ile Yunan polisine ulaşmaya çalıştı, ama olmadı. Başkası denedi, polise ulaştı ama bu sefer de derdini anlatamadı. Çocukların hâli herkesi korku ve endişeye sevk etmişti. Başlarına bir şey gelmesinden korkuyorlardı. Anneler de kucaklarındaki çocukların an be an solup gitmelerine dayanamıyorlardı. Sonra Yunan polisine mesaj ve konum attılar. Saat sabahın altısı olmuştu. Yerlerinden çıkmadan bekliyorlardı. Zaten adım atacak halleri de kalmamıştı. Saat 7.20 gibi Yunan polisi geldi. Normal araçla gelmişlerdi. Her yer çamurdu. Araçları fazla ilerleyemedi. Hemen bir zırhlı araç çağırdılar.
13 muhacir kurtulmuştu. İmtihan çok çetin geçmişti. Düne kadar evinde, işinde olan bu insanlar, şimdi yollarda çaresizdiler ve canlarını ve çocuklarını kurtarmanın telaşındaydılar.
Yunan polisler, çocukları ve hanımları görünce şok oldu. Yüz hatları değişti. Gözleri doldu, ama gülümsemeye çalıştılar: “No problem komşi, no problem. Hoş geldiniz.”