İftiralar Karşısında Mümince Duruş

Tarihin her döneminde nifak şebekeleri yalan haber ve iftiralarla İslam toplumunda fitne çıkartarak fertleri birbirine düşürmeyi planlamıştır. Zaman zaman bunda başarılı da olmuşlardır. Bundan sonra da münafıkların bu tür gayretleri eksik olmayacaktır. Onları tanıma, neler yapabileceklerini bilme yanında en önemli hususlardan biri de müminlerin karşı duruşudur. İşte Kur’ân, bu konuda da rehberlik yapmakta, bu tür iftiraları boşa çıkarabilmenin temel ölçülerini bize vermektedir:

Asayişi Bozmaya Çalışanlar

Müslüman bir toplumun içinde siyasî menfaatleri uğruna fitne çıkarmak, emniyet ve güven ortamını yok etmek isteyenler çıkabilir. “Kurt, dumanlı havayı sever” fehvasınca, Kur’ân, kaos ortamında büyüyüp bir güç haline gelmek isteyen bu kimseleri “murcifûn” olarak isimlendirmektedir. (Ahzab, 38/60–61). Sarsıntı anlamına gelen “recfe” kelimesinden türetilen “mürcifûn” kelimesi, toplumu sarsacak iddialar ortaya atan, bu tür haberler yaparak insanları tahrik eden kimseler demektir. Bu tür tahrikler, sözlü veya fiilî olabilir. Bundan dolayı uydurma haberler yaymaya ircaf denildiği gibi bu yalanlara da “eracif” denilmektedir. İnananlar, yalan üretmeye ve yalan dinlemeye çok meraklı olduğu kadar haram yemeye de düşkün bu münafıkların[1] nifak ve şikak yayan haberlerine (eracifine) asla kulak vermemelidir. Zira haber bir nevi telkindir. Yalan habere veya bir iftiraya kulak vermek, telkine açık hale gelmektir.

Bir kimse Müslüman bile olsa, herhangi bir şahıs veya grup hakkında üretilen asılsız haberlere ve atılan iftiralara inanıp onu dillendirdiği ölçüde onların ortağı olur. Bundan dolayıdır ki Kur’ân’da Hazreti Âişe (radıyallâhu anha) validemizin iffetiyle alakalı, münafıkların ortaya çıkardığı dedikoduların apaçık bir iftira olduğu ifade edildikten sonra inananlara önemli bir ikazda bulunulmaktadır: “Bu iftiraya adı karışan herkesin kazandığı bir günah ve o nispette de cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşlarına gelince onlara cezanın en büyüğü vardır.” (Nur, 24/11). Onun içindir ki ifk hadisesinde bu iftira kampanyasının tesirinde kalıp onu yayan iki erkek ve bir kadın sahabîye had cezası uygulanmıştır.

Yalan Haber

Haberin doğruluğunu araştırmadan adım atmama hususunda, “Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât, 49/6) buyurulur.

İnanmış bir toplumda asıl olan güvendir. Ancak haberin kaynağı, haberi getirenin güvenilirliği ve haberin doğruluğu mutlaka araştırılmalıdır. Aksi takdirde bir fâsıkın bildirdiği haberle fert ve toplumlar, haktan ve adaletten uzaklaşarak telafisi mümkün olmayan hata, zulüm ve günahlara girebilirler.

Bu gerçeği tam anlama adına âyetin indiriliş sebebini de belirtmemiz yerinde olacaktır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Velid ibn-i Ukbe’yi Mustalıkoğullarına zekât memuru olarak göndermişti. Ancak yeni Müslüman olan Hazreti Velid, bu kavim ile arasında var olan bir düşmanlıktan dolayı kendisini karşılamak için yola çıkan insanları görünce korkuya kapılmış ve geri dönmüştü. Resulûllah’a da hilaf-ı vaki beyanda bulunmuştu: “Ya Resulallah! Onlar dinden döndüler, üstelik zekât da vermiyorlar!” İşte bu hadise üzerine ilgili âyet inmişti ki Efendimiz de (aleyhissalâtu vesselâm), Hazreti Halid’i olayın aslını araştırmak için göndermişti. Olay yerine varan Hazreti Halid, durumun hiç de öyle olmadığı haberini getirmiş ve tahsil ettiği zekâtları da teslim etmişti.

Sû-i Zandan Sakınma

Toplumun birlik ve beraberliğini sarsarak siyasî emellerine ulaşmak isteyen “müfteriler” güruhuna karşı mücadelede Kur’ân’ın tavsiye ettiği bir ilke de zandan sakınmadır: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı (ism) yani günahtır.” (Hucurât, 49/12). Bu âyette “ism” kelimesiyle ifade edilen günah kavramı, sonunda ceza gerektiren suçu ifade eder. Zan, ihtimale dayalı bir hüküm olduğundan çoğu zaman hakka isabet etmez. Böyle olunca da başkasının hakkına ait meselede, ya aleyhine bir hüküm verilir ya da ona iftira atılmış olur. Bundan dolayı da ortaya büyük bir vebal çıkar.[2] Özellikle zannın kaynağı nefsanî rekabete, hasede ve düşmanlığa dayanıyorsa o zaman zulüm daha da büyük olur. Dolayısıyla âyet-i kerime, zandan kaynaklanabilecek günah ve zulümleri engelleme adına bir kural koymakta; fertlerin kişilikleri, haysiyeti ve özgürlükleri etrafında adeta bir dokunulmazlık duvarı örmektedir. Zira bir insan hakkında sû-i zan etmek ve bunu yaymak adeta onun canına, malına ve ırzına kastetmeye eşdeğerdir. Hâlbuki “Her Müslümanın öteki Müslümana kanı, ırzı (namusu) ve malı haramdır!”[3]

Allah Resûlü’nün bütün inananlara verdiği şu ölçüyü hayatına hâkim kılmalıdır: “Zanna kapılmaktan sakınınız. Zira zan, en fazla asılsız olabilen bir haber ve bilgi türüdür. Zanna kulak kabartmayınız. Gizlilikleri araştırmayınız. Başkalarını kıskanmayınız, öfkenize kapılmayınız. Birbirinize sırt dönmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz.”[4]

“Dışarıdan bakıldığında iyi görülen bir kimse hakkında kötü zan beslemek haramdır!”[5] Zira bir hadiste zandan sakınılması gerektiği, çünkü zannın en büyük yalan olduğu açıkça belirtilmiştir.[6]Dolayısıyla zanna ya da bugünkü ifadesiyle makul şüpheye dayalı yalan iddianameler ile insanları cezalandırmak, en büyük zulümdür.

Hüsn-ü Zan ve Sağlam Duruş

İslam’da, mümine yüklenen bir başka sorumluluk da hüsn-ü zan etme ve mümin kardeşini müdafaadır. Bu hak, bir müminin diğer inananlar üzerindeki kul haklarındandır. Kur’ân’da bu konuda içine düşebileceğimiz yanlışlar, şüphe veya karanlıklar, şöyle aydınlatılır: “Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: ‘Hâşa, bu besbelli ağır bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz gerekmez miydi?” (Nur, 24/12). Bu âyet-i kerime nüzul keyfiyetiyle, Efendimizin yuvasına atılan iftira karşısında, bütün ashâba nasıl davranmaları gerektiğine dair sağlam bir duruş dersi vermektedir. Ancak meseleye, tefsir usulündeki, “sebebin hususiliği, hükmün umumiliğine mani değildir” temel prensibiyle baktığımızda, burada küllî bir kaide konulduğunu söyleyebiliriz. O da “Beraatı zimmet asıl olduğu için müminlere karşı hüsn-ü zan beslemek ve bunu gürül gürül seslendirmek esastır.” hakikatidir.

Tecessüs Yapanlar

Tecessüs, insanların gizli hallerine muttali olmak için araştırma yapmak demektir. Hucurât Sûresi’nde zanla ilgili yasağın getirildiği âyetin devamında fert ve toplumun nezahetinin garanti altına alınmasına dair bir prensip olarak verilmektedir: “Birbirinizin gizli hallerini araştırmayınız.”Gizlilikleri ve kusurları araştırmak, kötü zannı izleyen bir hareket olabileceği gibi, onunla ilgisi olmadan başlı başına bir insanın eksikliğini veya yanlışını ortaya çıkararak onu linç etmek için de yapılmış olabilir. Kur’ân, bu manevi cinayeti de yasaklayarak insan onur ve şahsiyetini koruma altına almıştır. Bunu ifade sadedinde Efendimiz de: “Müslümanların eksikliklerini ayıplarını araştırmayın. Zira her kim Müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah da onun ayıbını takip eder ve nihayet onu evinin içinde de olsa rezil eder.”[7] buyurmuştur.

Ölü Eti Pazarlayıcıları

Sû-i zan yapan tecessüse kalkışır, tecessüsde bulunan da mutlaka gıybete girer. Onun için Hucurât Sûresi’ndeki âyetin devamında, “Biriniz diğerinizi arkasından gıybet etmesin, çekiştirmesin.” buyurulmaktadır. Hatta bu işin ne kadar kötü ve iğrenç bir fiil olduğu çarpıcı bir soru ile de şöyle ifade edilir: “Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi?” (Hucurât, 49/12).

İnanan bir insan, ölü eti yiyen ve aynı zamanda onun pazarlamacılığını da yapan kurum, medya veya şahıslara karşı da uyanık olmalıdır. Onlarla aynı sofraları paylaşarak onları dinlememeli ve onların müşterisi olarak bu günahın ortağı olmamaya dikkat etmelidir. Bilakis Efendimizin bize verdiği şu düsturla hareket etmelidir: “Kim, bir kardeşinin ırz ve namusunu, onu gıybet edene karşı savunursa, Allah da kıyamet günü o kimseyi cehennemden korur.”[8]

Hani Şahitleriniz?

Yukarıda bahsedilen su-i akıbete dûçâr olmak istemeyen bir mümin, kardeşleri veya herhangi bir insan hakkında bir haber duyduğunda bunu dillendirenlerden şahit ve delil istemelidir. Belgesiz ve şahitsiz, zan ile konuşup gıybet edenleri ise konuşturmamalı, bunu başaramıyorsa en azından onların yanında durmamalı ve onlara asla kulak vermemelidir.

İftirayı Hafife Alma

Müslüman bir toplum için, münafıkların başlattığı iftira kampanyalarından daha tehlikelisi, iftira günahını hafife almaları ve bundan dolayı bu konuda gerekli duruşu ortaya koymamalarıdır. Bunun içindir ki Hazreti Âişe validemizin iffetinin Allah tarafından tescil edildiği âyetlerde en az onun temize çıkarılması kadar önemli görülerek değişmez bir kriter getirilmiştir: “O sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Hâlbuki o, Allah katında büyük bir vebaldi. Nasıl oldu da onu işitir işitmez: ‘Böylesi iftiraları ağzımıza alamayız, böyle şeyler bize yakışmaz. Hâşa! Bu pek büyük, pek çirkin bir bühtandır.’ demediniz! Eğer mümin iseniz, Allah böylesi bir şeyi tekrarlamaktan sizi kesinlikle sakındırıp yasaklıyor.” (Nur, 24/15–17).

 Sonuç

Tarihin tekerrür etmemesi için sadece ibret almak yetmez. Bunun yanında Allah’ın büyük gördüğünü büyük kabul etmek, değer verdiğine değer vermek de gerekir. Bu O’na (celle celâluhu) imanın ve teslimiyetin gereğidir. Sakındırdığı hususlarda hassasiyet göstermek takvanın önemli bir buududur. Aksi takdirde müminler hem kendilerini hem de korumakla emrolundukları değerleri muhafaza edemezler.

Müslümanlar arasında, yalan, iftira ve gıybet gibi kötülükleri yayarak kaos çıkarmaya çalışan kimselerin başarılı olamaması, müminlerin bu düsturlar çerçevesinde sağlam duruşuna vabestedir. Böyle davranmayıp aksini yapan kimseler, veballerini artıranların günah ortağı olurlar. Bu duruma düşmüş bir fert ve cemiyetin iflah olması çok zordur. Ancak yeniden sağlam bir tövbe-i nasuhla ve bu değerlere sarılarak Rabbine yönelebilirse bir çıkış yolu bulabileceği ümit edilebilir.

Dipnotlar

[1] Bkz. Maide, 5/41–42.

[2] Bkz. Elmalılı, Hucurat Sȗresinin 12. âyetinin tefsiri.

[3] Müslim, Birr 32.

[4] Müslim, Birr 28.

[5] Taberî, XI, 393-394; Gazzâlî, İhyâ, III, 152.

[6] Buhârî, Vesâyâ 8, Edeb 57, 58.

[7] Buhârî, Mezâlim 3.

[8] Tirmizî, Birr 20.

Bu yazıyı paylaş