Ekilen Tohumlar

1992 yılının sonbaharıydı. Tabiat solmaya yüz tutmuş ve yavaş yavaş kışın geleceğinin müjdesini veriyordu. Dünyanın en büyük devletlerinin biri dağılmış ve bünyesindeki devletler bağımsızlığına kavuşmuştu ama maddî ve manevî boşlukta kalakalmışlardı.

Yüce Allah’ın takdiri vardı, ama bunu çok az insan duyabiliyordu o dönemlerde. Zaman yeni sürprizler takdim edecekti. 70 sene Allah’ından, Peygamberinden uzak tutulmuş bu şanlı milletlere. Önden giden atlılar geliyorlardı ata vatana, altın neslin tohumlarını ekmeye. “Türk okulları” adı altında bir bahçeye ekilecekti bu tohumlar. Belki de son birkaç asrın en verimli meyveleri yetişecekti bu bahçelerde. Bu kadar büyük coğrafyada bu bahçelerin yüzlercesi, sahil-i selamete sevk edecekti.

***

Abdullah o günlerde daha 12 yaşında bir çocuktu. Öğretmen babası ve ablasının da etkisiyle kitap okumayı seven birisiydi. Memur olan annesi üniversitede okuyamadığı için hayatı boyunca pişmanlık duymuştu. Bu yüzden çocuklarını hep bu istikamette yönlendirmişti. Her anne baba gibi çocuklarını okutabilmek için nice yokluklara katlanmışlardı.

Tam da o günlerde televizyonda onu kalbinden vuran bir haber dinlemişti Abdullah. Daha önce hiç bilmediği bir ülkenin cumhurbaşkanı, başkentlerinde bir okulun açılış törenine katılmıştı. Hem de nasıl bir okul… Öğrencileri hem İngilizce hem Türkçe konuşuyordu. Vurulmuştu Abdullah bu okula. Ama ne yapsın… Ne ailesinin imkânları müsaitti onu o okula göndermeye ne de şefkat abidesi annesi bırakamazdı onu oraya. O yüzden sinesine çekti ve devam etti hayata Abdullah.

O seneki okul dönemi bitmiş, Abdullah bir haberle daha derinden vurulmuştu. O okulun öğrencileri Türkiye’ye geziye götürülmüştü. Aman Allah’ım, bu ne büyük talihti o öğrenciler için. Tekrar üzüldü o okulda okuyamadığı için. Ama bilmiyordu ki “Vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi Allah.” Çok geçmeden Abdullah’ı göklere uçuran bir haber almıştı. Kendi şehirlerinde de böyle bir okulun açılacağı haberini almıştı. Babasına yalvardı yakardı; ne pahasına olursa olsun o okulda okumak istediğini söyledi.

Hayalini süsleyen o okula girebilmek için sınavı kazanması gerekiyordu. Orada karşılaştı ilk defa önden giden atlılarla. İlk defa orada müşahede etti onların efendiliklerini. O sınavda görmüştü ihlasın ne denli güç olduğunu. Çünkü Rusça ve Türkmence bilmemelerine rağmen sınavdaki öğrencilere anlatabiliyorlardı istediklerini.

O özel okulun haberini ilk defa duyduğu günden bir sene bile geçmemişti ki Abdullah da o okulun öğrencisiydi artık. O ilin değişik yerlerinden ve okullarından gelen çocuklarla yeni bir sayfa açılmıştı artık Abdullah’ın hayatında.

Öğretmenleri ve öğrencileriyle yepyeni bir ortamdaydı artık Abdullah. Ayrı bir âlem, ayrı bir hava vardı okullarında, ama şimdilik kimse farkında değildi bunun kaynağının. Ne öğretmenler Türkmence veya Rusça biliyordu, ne de öğrenciler Türkçe veya İngilizce. Ama nasılsa anlaşıp gidiyorlardı. Hem de diğer okullara nazaran bu okulun kendine çeken bir gücü vardı, yer çekimi gibi belki ondan daha güçlüydü o çekim gücü. O gücün kaynağını da sonra anlayacaktı Abdullah. Öğrenecekti sahabe efendilerimizin de gittikleri yerlerin dilini, kültürünü bilmedikleri halde onların cazibe gücünün kaynağını.

Aman Allah’ım; o ne sabırdı, o ne gayretti, o ne samimiyetti Abdullah’ın öğretmen ve belletmenlerinde gördüğü. Bazen öğretmenlerine çektirmedikleri kalmazdı. Nâseza sözler söyleyip nasılsa anlamıyorlar diye lakaplar takıyorlardı öğretmenlerine. Ama karşılığında sadece sabır ve hoşgörü görüyorlardı. Vakti geldiğinde o günlerinden dolayı hepsi utanacaktı, fakat o Yusuf yüzlülerden hiçbir kınama veya küsme duymayacaklardı. Utancından dolayı Abdullah, liseyi bitirdiklerinde en sevdiği öğretmenlerinin birisine küçük bir hediye götürüp helallik dileyecekti. Dört sene gibi kısa bir zamanda “O okulun öğrencileri bunlar” dedirtecek derecede terbiye ve ilim vermişlerdi ilk göz ağrılarına.

İlk sene geçmişti bir çırpıda. Öğretmenlerinin öğrettiklerinden çok, onların samimiyetlerine, ihlaslarına, beklentisizliklerine vurulmuştu Abdullah. Bütün şehir ahalisinin dilindeydi artık öğretmenler. Zaten şehir büyük bir yer değildi. Okulun, hele hele öğretmenlerinin namı dağları aşmıştı.

Hazırlık sınıfı bitmiş, lise yılları başlamıştı. Teknik terimlerde zorlanmalarına rağmen hocalarının samimi ve gayretli çalışmaları meyvelerini veriyordu. Öğrencilerin odaklanmaları için her türlü fedakarlığı yapıyorlardı. Öğrenciler de eve bile gitmek istemiyorlardı.

Böylelikle dört sene geçmişti. Abdullah yeni kardeşleriyle mezun oluyordu. Bu kardeşlik duygusunu da öğretmen ve belletmenlerine borçluydular. Bu kardeşlik bütün hayatı boyunca devam edecekti. Çünkü bu kardeşlik, dünya kardeşliğinden öte bir kardeşlikti.

Abdullah yeni bir hayata, üniversite hayatına hazırlanıyordu, ama içinde bir burukluk vardı. Cennet bahçelerine denk tuttuğu okulundan ayrılmak, zoruna gidiyordu. Türkiye’de üniversiteye gitmek için Aşkabat’ta iki kardeşiyle beraber uçağa binmişlerdi. Uçakta Abdullah gizlice ağlamıştı. Hüzünlüydü ayrılıktan… Ama kader onlara yeni sürprizler hazırlamıştı.

***

Üniversite okuyacakları şehre gelmişler ve bir yurda yerleşmişlerdi. Türkmen Türk Mekteplerinin ilk mezunları olmasından dolayı çok farklı muamele görüyorlardı. Oradaki Türkmen ve Türk ağabeylerinin gözlerinde onlar birer meyveydi, Cennetvari bahçelerde yetişen. Vefalı Anadolu insanının alın teri ve beklentisiz öğretmenlerinin ihlaslı gayretlerinin meyveleri nazarıyla bakıyorlardı onlara. Tabii ki onların da hürmetkar tavırları, özellikle oradaki Türkmen ağabeylerinin hoşuna gidiyor ve onları duygulandırıyordu. Ellerinden öpülesi Anadolu insanı, ilk meyveleri görmenin mutluluğunu yaşıyordu, emeklerinin boşa gitmediğini ve Allah’ın izniyle bundan sonra da boşa gitmeyeceğini görüyorlardı.

Abdullah hayatının o devresinde, lisedeki öğretmen ve belletmenlerinin samimiyetlerinin, gayretlerinin, sevgi ve hoşgörülerinin kaynağını bulacak ve öğrenecekti.

Çünkü orada tanıştığı ağabeylerinden beklentisizliği öğrenmişti.

Çünkü o yıllarda, cennet bahçelerinde yaşamayı değil, gaye-i hayalin o cennet bahçelerinde yaşatmak olması gerektiğini öğrenecekti.

Çünkü o güzelim zamanda aile, çoluk çocuk düşüncesi yoktu, sadece üniversiteyi vaktinde bitirme ve yapabildiğin kadar hizmet etme duygusu hâkimdi.

Çünkü o dört senede, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye adına atılan tohumlar yeşermeye başlamıştı.

Orada görmüştü abilerinin sadece kendi okullarında var olmadığını. Bunun dünya çapında bir diriliş olduğunu öğrenmişti. Dünya çapındaki bu işin arkasında duran vefakâr Anadolu insanıyla o yıllarda tanışmıştı. O yıllarda karşılaştı ata vatandan gelen öğrenci diye tanıttıklarında ağlayan Anadolu insanıyla.

O yıllarda gördü kendisinin de ağabeyleri gibi, ortaokul talebelerine faydalı olabileceğini.

O yıllarda farkına varmıştı üniversiteye yeni gelen talebelere kendisinin de sahip çıkabileceğini.

İnsanlara sevgiyle, hoşgörüyle, samimiyetle, beklentisizlik içinde, sırf Allah rızası için hizmet götürdüğünde ırk, dil ve kültür farklılıklarının ortadan kalktığına şahit olacaktı ve anlayacaktı lisedeki ağabeylerinin çekim gücünün kaynağını.

***

Son yıllarda bu güzelim insanlara reva görülen haksızlıklar karşısında içi kan ağlıyor Abdullah’ın. Ne çare, sadece Allah’a yalvarıyor:

“Allah’ım ne olur, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye üzerine çökmüş kara bulutları bir an önce dağıt.

Hizmete tuzak kuranların tuzaklarını başlarına çevir ve emellerine ulaşmalarına imkân verme Allah’ım.

İçerideki ağabeyleri, ablaları ve bebekleri bir an önce ailelilerine kavuştur.”

Bu yazıyı paylaş