ما مضى فات والمؤمل غيب
فلك الساعة التي أنت فيها
Büyük bir şâirin düstûr-i hikmettir şu ihtârı;
Velev duymuş da olsan yolsuz olmaz şimdi tekrârı:
“Geçen geçmiştir artık; ân-ı müstakbelse mübhemdir;
Hayâtından nasîbin: Bir şu geçmek isteyen demdir.”
Evet, mâzîye ric’at eylemek bir kerre imkânsız;
Ümîdin sonra istikbâl için sağlam mı? Pek cansız!
Bugünlük iş bugün lâzım yapılmak, yoksa ferdâya
Bırakmışsan… O ferdâlar olur peyveste ukbâya!
Benim on beş yıl evvelden kalan işler durur hâlâ;
Yarın bir başlayıp yapsam demiştim, bak, demin hattâ!
Müsevvifler için dünyâda mahvolmak tabî’îdir.
Bu bir kanûn-i fıtrattir ki yok te’vîli: Kat’îdir.
Sakın ey nûr-i dîdem, geçmesin beyhûde eyyâmın;
Çalış hâlin müsâidken… Bilinmez çünkü encâmın.
—
mübhem: Belirsiz.
ric’at: Geri dönme.
ferdâ: Yarın.
peyveste: Erişmiş.
ukbâ: Âhiret.
nûr-i dîdem: Gözümün nuru.
eyyâm: Günler.
encâm: Son.
Safahat, İstanbul: Sütun Yayınları, 2007, s. 128.
[1] “Geçen zaman kaybolup gitti. Geleceğin ne olduğu ise belli değil. Sen ancak içinde bulunduğun ânın sahibisin (ama o da geçmek üzeredir).”
[1] “Heleke’l-müsevvifûn…” (Bugünün işini yarına bırakanlar helâk olur).