Yıllar önce kendi sahamda yayımlanan önemli tıp dergilerindeki derleme yazıları okurken dikkatimi çekmişti. Damar iltihabı, tıbbî ismiyle “vaskülit”lerle ve aort gibi büyük damarları tutan bir hastalıkla ilgili yazının başındaki bilgi dikkat çekiciydi. Hastalık ilk olarak, yaklaşık 1000 yıl önce Bağdat’ta yaşayan Ali bin İsa tarafından tarif edilmişti.[1] Ali bin İsa, hastalığın baş ağrısı, ateş ve damarlarda iltihaba yol açtığını ve sonuçta körlüğe sebep olduğunu ifade ediyordu. Bu bulgular, dev hücreli arterit veya temporal arterit diye bildiğimiz, damar iltihabına yol açan hastalığın bulgularının aynısı idi. Hastalık bilhassa yaşlı kişilerde, şiddetli baş ağrısı, özellikle şakaklarda ağrı, kafa derisinde hassasiyet, çenede çiğnemeye bağlı yorulma gibi belirtiler verir ve tedavi edilmezse gözü besleyen damarlardaki iltihap sonucunda körlüğe sebep olabilir.
Bu bilgi benim için şaşırtıcı idi, çünkü klasik tıp kitaplarına göre bu hastalık, yani temporal arterit, ilk olarak Horton tarafından 1932’de ABD’de tanımlanmış ve uzun dönem Horton hastalığı olarak anılmıştı.[2] Genel olarak tıpta damar iltihabı ise, ilk olarak 1866 yılında bir otopsi sonucunda Kussmaul ve Maier tarafından damarlarda tesbih taneleri şeklinde görünümün fark edilmesi sonucunda tarif edilmişti.[3] Toplumda yaklaşık on binde 1 veya 3 görülen nadir bir hastalığın asırlar önce tarif edilmesi dikkat çekici idi. Makalenin kaynaklarına baktığımda, bilginin Ali bin İsa’nın 19. asrın sonunda tercüme edilen bir kitabından alındığını, Batı dünyasında yazarın kitaplarının okunduğunu öğrendim.[4]
Nasıl Bir Dönemdi?
O dönemde, İslam âleminde, birçok ünlü doktor ve ilim adamının yetişmiş olduğunu biliyoruz. Batıdaki bilim müzelerine gittiğimizde, bunu kısmen görebiliriz. Hicri 3. veya 4. asırdan sonra, çok sayıda ilmî keşif, Müslüman ilim adamları tarafından yapılmıştır. Sadece tıp alanında değil matematik, astronomi, kimya gibi birçok sahada da ilmî ve teknolojik ilerleme kaydedilmiş ve Arapça ciddi bir ilim dili haline gelmiştir. Orta Çağda dünya bir cehalet dönemi yaşarken Müslüman bilim adamları merak ve araştırma gayretleri sayesinde, eski Greko-Romen kaynaklarına hâkim olmuşlar, bu müktesebatı kendi araştırmaları ile elde ettikleri bilgilerle harmanlayarak İslamî bir Rönesans ortaya koymuşlardır. Aslında bu, Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Hikmet ve ilim, müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.”[5] hadis-i şerifiyle işaret buyurduğu ufka son derece uygun bir davranıştır.
Harran, İskenderiye ve Cündişapur gibi devrin önemli ilim ve kültür merkezleri Müslümanların eline geçtiği dönemlerde, genel itibariyle devrin ilim adamları, Roma İmparatorluğu gibi siyasî otoritelerin baskısı altında eziliyordu ve bundan memnun değildiler. Müslümanlar ciddi bir hoşgörü iklimi oluşturarak eski medeniyetlerin bilgi birikiminden istifade ettiler. Ayrıca dünyanın değişik yerlerinden ilim adamlarını kendi ülkelerine davet ederek onlara kendilerini rahatça ifade etme ve araştırma imkânları sundular. Çok sayıda ilim adamı bu hür düşünce ortamını tercih ederek Bağdat, Kahire ve Şam gibi cazip şehirlere geldiler ve ilmin gelişmesine ciddi katkıda bulundular.[6]
Tıp İlmi ve Hastaneler
Müslüman ilim adamları, tercüme yoluyla Hipokrat ve Galen gibi meşhur hekimlerin bilgi ve tecrübelerini de kullanarak yeni bir tıp anlayışı ortaya koydular. 682 yılında Bağdat’ta bir hastane kuruldu ve sonraki yıllarda diğer şehirler bunu takip etti. Tıp eğitiminin de yapıldığı hastanelerde, günümüzde modern merkezlerde gördüğümüz kadın ve erkek koğuşları, hijyen, tıbbî kayıt sistemi ve eczane gibi yenilikler, ilk defa o devirde uygulanmıştır.[7]
O dönemde yaşayan önemli bir doktor olan Er-Râzî (865–925) meşhur eseri Kitab el-Mansuri’de (Latince Liber Almansoris), o yıllar için oldukça zor olan su çiçeği ve kızamığın ayırt edici özelliklerini tarif etmiştir. Kitap 19. asra kadar Batı’da ders kitabı olarak kullanılmıştır. Er-Râzî (Rhazes) ayrıca 224 kitap yazmış, Rey ve Bağdat’taki hastanelerde idareci olarak çalışıp birçok öğrenci yetiştirmiştir.[8] Daha sonra, İbnü’n-Nefîs 13. asırda akciğer-kalb kan dolaşımını William Harvey’den yaklaşık 350 yıl önce tarif etmiştir. Ebul-Kasım el-Zehrâvî önemli bir patoloji uzmanıydı ve hidrosefali dahil doğumla ilgili bazı hastalıkları tanımlamış, dikiş atma (catgut suture) gibi bazı cerrahî teknikleri geliştirmiştir. El-Zehrâvî’nin Et-Tasrif kitabı, İbn Rüşd’ün (Averroes) eserleri ve İbn-i Sina’nın (Avicenna) El-Kanun fit-Tıp eseri, birkaç yüzyıl boyunca, Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. İbn-i Sina, günümüzde “holistik” diye adlandırılan, tedavide fizikî ve psikolojik faktörler, ilaçlar ve diyeti bir arada ele alan bir sistem geliştirmiştir.[9]
Ali bin İsa’nın Çalışmaları ve Günümüze Tesirleri
Ali bin İsa, 940 ile 1010 (bazı kaynaklarda 1038 veya 1039) yılları arasında Bağdat’ta yaşamıştır. “El-Kehhâl”(Göz Hekimi) lakabıyla meşhur olmuştur. Hayatı hakkında fazla kaynak olmasa da tıp eğitimini Bağdat’ta aldığını ve çalışmalarını burada devam ettirdiğini biliyoruz. Tezkiretü’l-Kehhâlin fi’l-Ayn ve Emraziha (Göz ve Hastalıkları Hakkında Göz Doktorlarına Bir Hatırlatma) isimli kitabı, en önemli eseridir ve günümüze kadar eksiksiz ulaşmıştır. Batı’da daha sonra Jesu Occulist (Göz Hekimi İsa) olarak tanınmıştır.
Ali bin İsa, Tezkiretü’l-Kehhâlin kitabının önsözünde, Galen, Hipokrat, Dioskorides ve Hunayn bin İshak gibi uzmanların çalışmaları ile kendi tecrübelerini bir araya getirdiğini ifade etmektedir. Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümde gözün anatomi ve fizyolojisi anlatıldıktan sonra göz kapakları, gözyaşı bezleri, kornea ve gözün orta tabakasına ait (üvea) hastalıklar ile bunların tedavileri ve katarakt ameliyatından bahsedilmektedir. Son bölümde ise gözün iç hastalıkları başlığı altında, miyopi, hipermetropi, gece körlüğü, şaşılık gibi görme bozuklukları ile görme sinirleri, retina gibi gözün kısımlarına ait bilgiler verilmektedir. Eserde 130’un üzerinde göz hastalığının tarifi yapılmakta ve 141 ilacın göze tesiri açıklanmaktadır.[10] Ali bin İsa, göze gelen ışınların ve retinada teşekkül eden görüntünün, beyindeki görme merkezine nasıl ulaştığını, “optik kiazm” diye bilinen bölgede, iki gözden gelen görüntünün nasıl birleştirildiğini detaylı şekilde tarif etmiştir.[11] Kitapta daha nadir görülen ve göz iltihabı ile seyreden ve daha sonra “Vogt-Koyanagi-Harada” adıyla bilinen hastalıktan da ilk kez bahsedilmiştir.[12] Ayrıca “epifora” dediğimiz, farklı sebeplere bağlı, aşırı göz sulanmasının kademeleri ve tedavisi detaylı şekilde anlatılmıştır. Aslında o dönemde göz hastalıkları konusunda uzmanlaşma olması, başlı başına üzerinde durulması gereken bir konudur. Eserin dikkat çekici hususiyetlerinden birisi, o döneme kadar yaygın olan lokal anestetiklerin yanında, ağrılı ameliyatlarda ilk defa kullanılan afyon buharı (Opium) ve adamotu (Mandragora) gibi maddelerin genel anestezide nasıl kullanılacağının tarif edilmesidir.[13]
Tezkiretü’l-Kehhâlin, Batılı doktorlar tarafından yüzlerce yıl en çok müracaat edilen kitaplardan birisi olmuş, şerhleri yapılmış ve ders kitabı olarak okutulmuştur. Kitap ilk olarak 15. asırda Latince ve İbraniceye çevrilmiş, 1904 yılında Alman göz doktoru Julius Hirschberg ve şarkiyatçı Julius Lippert tarafından Almancaya tercüme edilip bazı yorumların ilavesiyle basılmıştır. İngilizce tercümesi Casey Wood tarafından yapılmış ve 1936 yılında neşredilmiştir. Tezkiretü’l-Kehhâlin’in göz ve hastalıkları konusunda yazılmış en kapsamlı, pratik ve özgün eser olduğu ifade edilmiştir.[14]
İslamiyet’in yayıldığı erken dönemlerde Müslümanlar değişik medeniyetlerle karşılaştılar, onların ilmî miraslarına vâris oldular ve tercümelerle bu müktesebatı yeni bir kültür ortamına aktardılar. İnsanlığın müşterek ilmî birikimini kullanan, meraklı ve hakikat aşkı ile dolu Müslüman ilim adamları, birçok alanda keşifler ve ilerlemeler kaydettiler. İslâm’ın sağladığı hoşgörü iklimi sayesinde, başka milletlerden ilim adamları da İslam ülkelerinde rahatlıkla çalışma ve araştırma yapma imkânı buldular. Fuat Sezgin Hoca’nın da belirttiği gibi, özellikle Endülüs, İslam dünyasında yapılan ilmî çalışmaların Batı’ya aktarılmasında önemli bir rol oynadı.[15] Batı dünyası bu bilgileri ve diğer kaynakları çok iyi kullanarak Rönesans’ı gerçekleştirdi; eşya ve hadiseleri çok iyi araştırarak birçok başarıya imza attı. İlim, insanlığın ortak müktesebatı ve mirası olduğu için, ilme ve ilim insanlarına değer veren ve sistemli çalışan milletler, ilmin gelişmesine katkıda bulunmuş ve bunun karşılığını almışlardır.
Dipnotlar
[1] G.S. Hoffman. Large-vessel vasculitis, Arthritis Rheum, 2003, 48:2406–14.
[2] B.T. Horton ve ark. An undescribed for arteritis of temporal vessels. Mayo Clinic Proceedings, 1932, 7:700–1.
[3] A. Kussmaul ve R. Maier. Uber eine bisher nicht beschreibene eigenthumliche Arterienerkrankung (Periarteriitis nodosa), die mit Morbus Brightii und rapid fortschreitender allgemeiner Muskellaihmung einhergeht. Dtsch. Arch. Klin. Med., 1866, 1: 484–518.
[4] Ibn Isa A. Memorandum Book of a Tenth-Century Oculist for the Use of Modern Ophthalmologists. Tr. C.A. Wood, Chicago: Northwestern University Press, 1936, s. 225.
[5] Ebû Davud, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19.
[6] C. Bouamrane ve L. Gardet. Panorama de la pensée islamique. Paris: Sindbad, 1984, s. 227.
[7] A. Majeed. How Islam Changed Medicine, British Medical Journal, 2005; 331:1486–7.
[8] S.A. Amr ve A. Tbakhi. Abu Bakr Muhammad Ibn Zakariya Al Razi (Rhazes): Philosopher, Physician and Alchemist. Ann. Saudi Med., 2007, 27:305–307.
[9] Bouamrane ve Gardet, a.g.e.
[10] A.H. Bayat. Ali b. Îsâ el-Kehhâl. TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2. cilt, s. 401.
[11] Lin D. A foundation of Western Ophthalmology in Medieval Islamic Medicine. UWOMJ, 2008, 78:41–5.
[12] I. Paredes ve ark. Immunomodulatory therapy for Vogt-Koyanagi-Harada patients as first line therapy. Ocul. Immunol. Inflamm., 2006, 14:87–90.
[13] Bayat, a.g.e.
[14] www.wdl.org/en/item/17604/
[15] F. Sezgin. İslam’da Bilim ve Teknik. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. 2007, cilt IV, s. 3.