Şiir, en yaygın ifadesiyle, “âhenkli ve özlü söz söylemek” şeklinde tarif edilir. Genel itibarıyla bütün medeniyetlerde en köklü edebî tür olarak kabul edilen şiir, Arap toplumunda da çok mühim bir yere sahiptir. Öyle ki Cahiliye Döneminde hitabet, mesel ve hikmetli sözler gibi öne çıkan edebî türler olsa da sanat deyince ilk akla gelen şiir olmuştur. Bunda mısralara bütünüyle yansıyan coğrafyanın kaçınılmaz yerinin olduğu gibi Arap halkının ümmî oluşlarının ve fıtratlarının da tesiri muhakkaktır.
Bediüzzaman Said Nursî, Mucizât-ı Kur’âniye Risâlesi’nde bu tesiri şöyle izah eder: “… Cezîretü’l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka îtibariyle ümmî idi. Ümmîlikleri için, mefâhirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsâllerini, kitabet yerine şiir ve belâğat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâğat câzibesiyle eslaftan ahlafa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesâhât ve belâğat metâı idi.”[1]
Cahiliye toplumunun hayatında büyük ölçüde yer bulan şiir, İslamiyet’in gelmesiyle gündemden düşmemiş; bilakis çizgi değiştirerek inkişaf göstermiştir. Yalnız Asr-ı Saadet şiirinin temelinde güzel ahlâk, kardeşlik, sevgi, fedakârlık, Allah yolunda cihat gibi Kur’ân’ın değerleri kendini hissettirmiştir.
Zaten İslam, şiire ve sanata değil; bunların ele alınış sebepleri ile konularına karşı tavır almıştır. Nitekim “şairler” mânâsına gelen Şuarâ sûresinin 224–227. âyetlerinde Cenâb-ı Hak, bu hususla ilgili olarak şöyle buyurur: “Şairler var ya, bunların peşine de sapkınlarla çapkınlar düşer! Görmez misin onlar her vadide sözcüklerin, hayallerin peşinde dolaşır ve yapmayacakları şeyleri söylerler. Ancak iman edip, güzel ve makbul işler yapanlar, Allah’ı çok zikredip ananlar ve zulme maruz kaldıktan sonra haklarını savunanlar müstesna. Zalimler de nasıl bir kötü akıbete yuvarlanacaklarını yakında bilecekler.”[2]
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ifadeleriyle; “Allah Resûlü Arap söz sultanlarının şahı, Acem bülegâsının da şehinşâhıdır. Bu sahada da O’nun dünya kadar şahidi vardır. Hassan b. Sabit’ten Kâ’b b. Malik’e, Abdullah b. Revâha’dan Kâ’b b. Züheyr’e, Lebid’den Hansâ binti Züheyr’e.. ve ondan da bütün Abbasî, Emevî, Selçukî ediplerine kadar gelmiş-geçmiş ne kadar söz üstadı varsa, en değerli beyanlarını O’nunla, O’nun mesajıyla ve O’nun sözleriyle alakalı ifade etmiş ve o üstatlarına karşı tazimde kusur etmemişlerdir.”[3]
Buna göre, ilk İslam Dönemi’nde, şiirleriyle İslamiyet’i ve Peygamber Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) öven, buna karşılık küfrü ve müşrikleri yeren şairlerin önde gelen isimleri şunlardır:
Hassan b. Sabit
Medine’de, Hazrec kabilesine mensup ileri gelen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Resûlullah’ın Medine’ye hicreti üzerine Müslüman olmuştur. İslam’ın ve Allah Resûlü’nün şairi diye tanınan Hassan b. Sabit, Müslüman olduktan sonra, Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahâbeyi öven şiirler terennüm etmiştir. Aşağıdaki mısralar bunun en güzel misallerindendir:
“Bir ümitsizlik ve fetret devrinden sonra, yeryüzünde putlara tapılırken bir Peygamber geldi bize.
Işık veren, hidayet eden bir güneş oldu. Keskin cilâlı kılıcın parlayışı gibi parladı.”
Hassan b. Sabit, aşağıdaki mısralarında da İlahî bir ipe benzettiği Hakk’a sımsıkı sarılmanın lüzumunu vurgulamıştır:
“Aramızda Resûlullah ve ölüme kadar uyacağımız bir Hak ve sonsuz bir zafer bulunuyor.
Kesik olmayan, sağlam ve Allah’ın katından uzatılmış bir ipe sarılmış hâldeyiz.”
Yine Hassan b. Sabit’e atfedilen şu beyit, onun şiire bakışını bariz bir şekilde göstermektedir:
“Ben sözlerimle Muhammed’i (aleyhissalâtü vesselâm) övmüş olmadım. Aslında sözlerimi Muhammed’le (aleyhissalâtü vesselâm) övmüş ve güzelleştirmiş oldum.”
Hassan b. Sabit’in müşrikleri hicveden şiirleri de Resûlullah’ın, “Bu hicivler onlara karşı oktan daha etkili olacaktır.” mânâsındaki iltifatına mazhar olmuştur.[4]
Allah Resûlü’nün bu kutlu şairi, Hazreti Ebû Bekr’in vefatı üzerine söylediği mersiyesinde ise duygularını şöyle ifade etmiştir:
“Şayet güvenilir bir dostunun derdini hatırlamak istersen kardeşin Ebû Bekr’in neler yaptığını hatırla!
Resûlullah’ı takip eden, öven, gidişatı övülen ve insanlar arasında Peygamber’i ilk tasdik eden Ebû Bekr’i…
Kendisini düşman kuşatırken dağa çıktığında yüksek mağarada ikinin ikincisi…”[5]
Kısacası Hassan b. Sabit, birçok hususiyetiyle İslamî Dönemin şiir sahasındaki en önde gelen isimlerinden birisi olmuştur.
Kâ’b b. Mâlik
Hazrec kabilesinden olan Kâ’b b. Mâlik, İslamiyet’i hicretten önce kabul etmiş ve Akabe Biatı’nda bulunmuştur.Tebük Seferi’nden geri kalmasının ardından âyet-i kerîmenin müjdesiyle Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî’ ile birlikte tövbesi kabul edilen üç sahâbîden birisidir. Müslüman olduktan sonra Resûlullah’ın şairleri olarak bilinen Hassan b. Sabit ve Abdullah b. Revâha gibi Medine’nin önde gelen şairleri arasında zikredilmiştir.
Kâ’b b. Mâlik, şiirleriyle Peygamber Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve İslam dininin güzelliklerini dile getirmiştir. Bir şiirinde de Resûlullah’a olan sevgisini nazmetmiştir:
“Resûl bizim içimizde bir yıldız gibidir,
O yıldızda nur var, diğer yıldızlardan parlak,
O Resûl bizim için geldi ve biz O’na uyduk…”
Kâ’b b. Mâlik’in şiirlerinde İslam askerlerinin savaşlarda gösterdiği kahramanlıkları dile getirerek müşriklerin morallerini bozduğu, bunun yanı sıra Devs kabilesinin onun şiirlerinden etkilenerek İslamiyet’i kabul ettiği belirtilir. Ayrıca şairleri zemmeden âyet nâzil olunca Kâ’b, Efendimize kendi durumunu sormuş, Resûl-i Ekrem de cihadın kılıç ve dille yapıldığını, İslam şairlerinin düşmana dilleriyle ok attıklarını belirtmiştir.[6]
Abdullah b. Revâha
Hazrec kabilesinden Revâha b. Sa’lebe’nin oğlu olan Abdullah b. Revâha, sanatını yalnız Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve İslam dinini savunmak, müşrikleri hicvetmek yolunda kullanmıştır. Resûlullah’ın onun için söylediği bilinen, “Şiirleri müşrikler üzerinde oklardan daha etkilidir.” cümlesi şairlik kudretini, “Şüphe yok ki kardeşiniz bâtıl ve boş söz söylemez.” ifadesi ise şahsiyeti hakkındaki görüşlerini yansıtması bakımından önemlidir.
Abdullah b. Revâha, bir şiirinde Peygamber Efendimize:
“Ey Allah’ın Resûlü! Sende hayır sezdim; onu tanıyor ve görüyorum…
Allah, senin getirdiğin güzellikleri, Hazreti Mûsâ’yı tasdik ettiği ve onun taraflarını zafere ulaştırdığı gibi sabit ve devamlı kılsın!” diye seslenince, bu ifadelerden pek duygulanan Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona: “Ey İbn Revâha, Allah seni de sabit kılsın!” diye dua etmiştir.[7]
Aşağıdaki mısralar, onun Hendek Gazvesi sırasında söylediği şiirindendir:
“Senin lütuf ve inayetin olmasaydı yâ Rabbi,
Veremezdik sadakayı, bulamazdık hidayeti.
Sen kereminle gösterdin bize niyaz ve ibadeti;
Ulaştır bizi huzur ve emniyete yâ Rabbi!” [8]
Mûte Harbinde şehit olan Abdullah b. Revâha’nın şehadetinden evvel dile getirdiği şu mısraları da oldukça manidardır:
“Ey nefsim yemin ettim; muhakkak ölüme gideceksin. İnsanlar gürültü yapsa, kulakları çınlatsa da ölecek ya da öldüreceksin. Dünya hayatına uzunca daldın; sen sadece kırbada bir tanesin.
Ey nefis, şehit edilmezsen öleceksin; bu dûçâr olduğun ölüm anıdır. İstediğin şey eline geçti; (senden önce şehit olan iki kişinin) yaptığını yaparsan hidayete erersin.
Allah’a yemin ederim, attan ya inecek veya indirileceksin. Hele niye duruyorsun, ayağına gelmişken cennetin?”[9]
Kâ’b b. Züheyr
Müzeyne kabilesine mensup olan Kâ’b b. Züheyr, şair bir aileye mensuptur.
Babası muallaka şairi Züheyr, dedesi Ebû Sülmâ, kardeşi Büceyr, halaları Hansâ ile Sülmâ da şairdiler. Şiir eğitimini, kardeşi ile birlikte babasından alan Kâ’b genç yaşta şiir söylemeye başlamıştır.
Kâ’b, Medine’de, 630 yılında, Resûlullah’ın huzurunda Müslüman olur ve orada Efendimize meşhur kasidesi “Bânet Süʿâd”ı okur. “Muhakkak ki Peygamber kendisiyle aydınlanılan, Allah’ın çekilmiş yalın kılıçlarından bir kılıçtır.” beytini söylediğinde Resûl-i Ekrem, üzerindeki Yemen hırkasını Kâ’b’ın omuzlarına atar. Kâ’b’ın kasidesi bundan dolayı “Kasîdetü’l-Bürde” adıyla şöhret kazanır.
Kâ’b b. Zuheyr’in, Kaside-i Bürde’sinde, Allah Resûlü’nden af dilediği mısraları şunlardır:
“Allah’ın Resûlü’nün bana vaatte bulunduğunu öğrendim; affetmek Allah’ın Resûlü’nden umulur.
Beni kovuşturucuların sözleriyle ayıplama! Ben suç işlemedim, hakkımda çok şeyler söylense bile. Resûlullah, kendisinden ışık alınan bir nurdur.
O, Allah’ın itina ile yapılmış ve kınından çıkarılmış kılıcıdır.”[10]
Sonuç
Arap toplumunda, muhitin de tesiriyle şiire alaka en üst düzeyde kendini hissettirmiştir. Şuarâ sûresinde yasaklanan şiirin, İslam dinine ve Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dil uzatan müşrik şairlerin şiirleri olduğunu, Müslüman şairlerin şiirlerinin ise bundan müstesna tutulduğunu bizzat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyurmuştur.
Saadet Asrında, Cahiliye Devrine nazaran şiirin temasında köklü değişiklikler olmuş; Cahiliye Döneminin övünme, kin, nefret ve savaş gibi konularının yerine, İslam dininin güzellikleri, Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) medhi, kardeşlik ve cihat gibi âlî mevzular ele alınmıştır. Gerek İslam’ın şiire bakışını gerekse Asr-ı Saadet şairlerinin kıymetlerini ifade sadedinde Hocaefendi’nin şu izahları, hitam-ı misk nev’inden burada kayda değerdir:
“İman edip salih amelde bulunan, her yerde iman esaslarını şiirine ve nesrine konu edinip her yerde Hakk’ı haykıran, sanat kabiliyetlerini fantastik mülâhazalarda harcamayıp onu hakikatin ikame ve inşasına harç yapan, icabında çiğneyip ve çiğnenen ama hakkı tutup kaldıran, Hansâ, Ka’b b. Züheyr, Ka’b b. Mâlik, Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revâha… gibi Ruhü’l-Kudüs’le desteklenen kimselerin elinde şiir ve iyi bir nesir, yerinde müessir bir hitap, yerinde herkesi tesiri altına alan bir büyü, yerinde en keskin kılıçlardan daha keskin bir silah, yerinde Hakk’ı haykıran bir ses ve soluk, yerinde de hakikat adına gürleyen bir destan olur.”[11]
Dipnotlar
[1] Bediüzzaman, Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 395.
[2] Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm’in Açıklamalı Meali, İstanbul: Define Yayınları, 2007, s. 396.
[3] M. Fethullah Gülen, İnsanlığın İftihar Tablosu: Sonsuz Nur, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 611.
[4] Müslim, Fezâʾilü’s-Sahâbe, 157.
[5] Ahmet Suphi Furat, Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1996, s. 246–247.
[6] Müsned, VI, 387.
[7] Mehmet Salih Arı, “Abdullah b. Revâha: Bir Peygamber Şairi ve Bir Komutan”, İlmî Araştırmalar Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 2, 2006, s. 388–389.
[8] Müslim, Gazvetü’l-Ahzâb, 120.
[9] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 237.
[10] H. İbrahim Şener, Kaside-i Bürde, Kasîde-i Bür’e ve Su Kasîdesi, İzmir: İrfan Kültür Eğitim Derneği Yayınları, 1995.
[11] M. Fethullah Gülen, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 308.