Alman yazar Marie von Ebner-Eschenbach (1830–1916), halkın huzuruna çıkan bir kişinin, tenkitlere hazır olması gerektiğine dikkat çeker.[1] Onun bu vurgusuyla ilk defa karşılaştığımda, “Halkın huzuruna çıkanların hatalarını niçin hoş göremeyiz?” diye mırıldandım. Hemen ardından üniversitenin kürsüsünde ders anlatan hocanın konuşmasına, mimik ve jestlerine dikkat kesildim. Ders bitince de “Bu konuya şunu da ilave etseydi.” veya “Son kısmı biraz muğlak kaldı.” gibi yorumlar yapmaya başladım. Sonra aniden dersin başındaki cümleyi hatırlayıverdim. Farkında olmadan hatalar bulmuş ve eleştirivermiştim!
Hazreti Musa (aleyhisselâm), “Ya Rabbi, genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını. Tâ ki anlasınlar sözümü!” (Tâ Hâ, 20/25–28) diye dua etmiştir. Demek ki anlaşılır olmak, his ve düşüncelerimizi, en uygun kelimelerle karşımızdakine aktarmak o kadar da kolay değil.
Güzel Söz
İnsicamlı bir yazı yazma veya güzel konuşma, asırlardan beri insanlar için önem arz etmiştir. 5. ve 7. asırlarda Hicaz bölgesinde, Ukaz’da şiir ve hitabet yarışmaları yapılır ve güzel şiir yazanlar veya söz söyleyenler takdir edilirdi. İnsanları etkilemek ve bir düşüncenin benimsenmesine vesile olmak için Antik Yunanistan ve Roma’da hitabet ve belâgat sanatı, meclislerde kullanılmış, nutuk ustaları hatipler yetişmiştir.[2]
Günümüzde tesirli ve güzel konuşabilme veya yazabilmeye rağbet artmıştır. Kelimeleri ve söz sanatlarını yerli yerinde kullanma, doğru telaffuz, vurgu ve tonlama önemli bir hâle gelmiştir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) üsluba, yani sözü ifade etme biçimine ehemmiyet verirdi. Sözün akıcı ve anlaşılır olmasını tercih ederdi. Nihayetsiz feyze mazhar kalbinden kaynaklanan mânâları, inci gibi kelimelerle telaffuz eder, gönülleri fethederdi.
“Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve selem) konuşması her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı.”[3]“Konuştuğu zaman onun kelimelerini saymak isteyen sayabilirdi.”[4] “İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri, üç kere tekrar ederdi.”[5]
Tesirli Söz
Söylenen söz kadar söyleyen kişinin de önemi büyüktür. Söz sahiplerinin muteber ve güvenilir olması elzemdir. Bu durum yazı yazanın veya konuşmacının muhatapları üzerindeki tesirini artırır. Güzel söz, doğruyu aktaran, hakkı ve hukuku üstün tutan, hikmetli sözdür; insanı ve toplumu yıkan, aldatan değil, yücelten bir değerler senfonisidir. Söz, yerinde söylenmeli ki laf-ı güzaf olmasın; bir aldatma vasıtası değil, aydınlanma vesilesi olsun.[6]
Yazının tesirini artırmak maksadıyla kullanılan söz sanatlarında denge muhafaza edilemezse mânâda kayıplar verilmeye başlanır. Kelimeler birer vasıta olmaktan çıkıp mânâya perde olmaya başlar. Sözün kaynağı kalbdir.[7] Olmadık şeylerin, mübalağalı bir şekilde ifade edildiği, ferdin dil ve üslubunun kirlendiği ve sözün bir aldatmacaya dönüştürüldüğü günümüzde insanlık, büyük bir tehlikeyle yüz yüzedir. Hâlbuki söz bir kandırma vasıtası değil, doğruluğun, samimiyetin ve muhabbetin enstrümanı olmalıdır.[8]
Lafızperestlik
Her devirde sözün büyüsüne kapılıp “lafızperest” olacak kadar mânâyı ihmal edenler çıkmıştır. Edebî şuuru gelişmiş hemen her kalemin ilk uğradığı durak üslup aşkıdır denilebilir.[9] Üslup, yazma şevkini besler. Hatta bu noktada başka yazarların ayak izleri de takip edilebilir, ama insan bu cazibeye kapılıp giderse kendi vicdanının sesini duyamayabilir.
Üstad Bediüzzaman, lafızperestliği bir hastalık olarak nitelendirir ve bu konuda şu hususlara dikkat çeker: “Lafza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve suret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şâşaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir.”[10]
Günümüzde genç yetenekler fikirlerini ifade etmek için arayışlara girdiklerinden, onlara destek olmak bu konuda ehil insanların vazifesidir. Bazı gençler, eleştirilme endişesiyle denemeler yapmaktan çekinmektedir. Aslında her tecrübe gelişimin bir basamağıdır. Yeter ki öğrenme şevki sürekli olabilsin.
Teşvik İçin Neler Yapılabilir?
Fikirlerini ifade etmeleri, derinleştirmeleri ve olgunlaştırmaları için gençlere fırsat sağlanabilir. Yazılarının ehil editörler tarafından değerlendirilmesi sağlanabilir. Akranlarının da dâhil olduğu yazarlık atölyeleri gibi faaliyetler düzenlenebilir.
Yazının başına dönecek olursak; halkın karşısına konuşmacı veya yazar olarak çıkmak kolay değildir. Hatip veya müellifin, fikirlerini insicamlı, yani metnin derin yapısında yer alan kavramlar arasında sağlam bağlar kurarak aktarması ciddi bir birikim ve emek ister. Hatalar insan olmanın gereğidir. Bir talebenin hatasını hoş görmeyen öğretmen, onun insan olmasını hoş görmüyor demektir. Hata yapmak, kabiliyetsizlik anlamına gelmemelidir.[11]
Netice
“Beyan, yalnız mânâların vuzûhu, kelimelerin sesi ve belli maksatların ifadesi değildir; o, aynı zamanda düşüncelerimizin dili, hislerimizin mûsıkîsi, kalblerimizin heyecanı, Allah’a muhatap olmanın tercümanı, ümitlerimizin de geleceğe uçurduğu altın kanatlı üveykidir. Bütün bu gayeleri ihtiva eden seviyeli ve hedefli bir beyan; gökler kadar derin, arz ölçüsünde canlı, ipekler gibi yumuşak, anne kucağı kadar sıcak diyebileceğimiz o kendi şivesiyle feverana başladığı zaman, mantıkların uyanışını, ruhların şahlanışını, kelimelerin sihrini ve konuşmanın ezelî macerasını söyleyen bir büyü tesiri icra eder.”[12]
“‘Fehim, ifhamdan daha esheldir,’[13] yani sizin burada anlatılmaya çalışılan şeyleri anlama kabiliyetiniz, benim anlatma kabiliyetimden daha fazladır.”[14]
Dipnotlar
[1] Marie von Ebner-Eschenbach, Aphorismen, eBook-Bibliothek, 2005, s. 26.
[2] Beyza Nur Karadüz, “Güzel Konuşmak ve Yazmak”, Sızıntı, Mayıs 2012.
[3] Ebû Dâvûd, Edeb, 18.
[4] Buhârî, Menâkıb, 23.
[5] Tirmizî, Menâkıb, 9.
[6] Karadüz, a.g.e.
[7] Yusuf Alan, Lisan ve İnsan, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2005, s. 96.
[8] Karadüz, a.g.e.
[9] M. Said Türkoğlu, “Üslup ile Mânâ Arasında”, Yağmur, Sayı: 53, 2011.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemât, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 64–65.
[11] Alan, a.g.e. s. 29.
[12] M. Fethullah Gülen, Beyan, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 25–26.
[13] Nursî, a.g.e. s. 83.
[14] Alan, a.g.e. s. 10.