Kutsal Yürüyüşler

Deniz kenarındayım. Kumlara değiyor ayaklarım. Bir yanım mavi, bir yanım kara. İçimde dalgalar vuruyor sahile. Islanıyorum. Ellerim deniz kokuyor. Mavi oluyorum. Tekne geldi gelecek. Ümitler uçtu uçacak. Önce bir çocuk basıyor ayaklarını sahile. Beş yaşlarında. Annesi de iniyor ardından özgür kumlara. Sonra diğerleri. Sığınacak bir liman arıyor gözler. “Ne kadar da mekkâr imiş bu dünya.” diyor. Bir yanı müstakim yol, bir yanı hülya.

“Geldik.” dedi kadın ve devam etti: “Haber verin olur mu tez zamanda. İçeride onun da canı dudağında.” “Olur.” dedi ses. Kadın rahat bir nefes aldı. Çocuğunun elinden tuttu. Yürüdü.

İki dünya arasında kalmış ruhum. Nereye baksam gurbete döner ufkum. Dertler sarmalı hayat, hep böyle mi akacak? Namaz vakti idi. “Mavi sulardan abdest ne güzel olur.” dedi. Martılar uçuyordu gümüş ve beyaz. İleride evler vardı. “Oraya ulaşsak bir yol bulabiliriz.” diye düşündü. Annesi, “Sakın geriye bakmayın!” demişti. “Gidin gidebildiğiniz kadar. Size bu devranda ancak gitmek yaraşır.” O da gömmüştü yüreğine hasretini. Ağlamamak için zor tutmuştu kendini. Sonra bırakmış, dakikalarca dökülmüştü. Babası oralı değildi. Az daha telefon edip “Gelin, alın bunları!” diyecekti. Ama kader izin vermemişti.

Karşı sahilin ışıkları geceye göz kırpıp duruyordu. Deryalar geçmek ne de zormuş. Su, bu kadar mı derin olurdu insana? Batmak bu kadar mı yakın olurdu cana? Kucağındaki minik yavrusuna şefkatle baktı. Yorgun gözleri dalıp gidiyordu. Yutkundu. Ona hem anne hem babaydı. Tamamlamak istiyordu eksiğini, bilmediği hasretini. Oğlu yüzüne düşen bir damlayla irkildi, açtı gözlerini. Kadın sıkıca sardı sarmaladı minik bedeni. “Merak etme yavrum, az kaldı.” dedi titreyen sesine umutlar bağlayarak.

Yol uzundu biraz. Her dalga bir tehlike demekti. Her ışık onlara bakan bir göz gibiydi. Işık hiç tehlikeli olur muydu? Çok sevdiği deniz havasını içine çekmek istemiyordu. “Bir an önce karaya ayak basıp rahatlasam.” diyordu. “Sahil” dedi içinden. Sonra “sahil-i selamet” döküldü dilinden. “Demek ki bu.” dedi. “Dünya adlı gemiden Cennet sahillerine inmek.” Yunus Nebi (aleyhisselâm). O denizden nasıl bir merhametle çıkmıştı!

Yürüdüler. Saatler geçti. Çocuk çok yoruldu. Anne de öyle. “Artık yürümek istemiyorum.” dedi. “Olmaz!” dediler, “Bırakırsan kaybedersin. Azmetmelisin. Bir gecenin sonunda kervan yol aldı da uyuyanlar çölde kaldı. Sen aşmalısın çölü.” Çöl dünyadır zahir. Bahaneler ve tembellikler çölünde kalma. Cam parçalarında görünen güzelliklere aldanma. Kadın sürüdü adımlarını. Her şeye rağmen heyecanlıydı. Geride karanlık kalmıştı. Karanlıklar içinde aydınlıklar vardı. Kumlar da geride kalmıştı. Çalılar arasında düşe kalka ilerledi. “Rabbim, zordan sonra kolaylık!” diye inledi.

Meryem annemiz de yürümüştü günlerce Nil vadisine, yanında dört beş yaşlarında İsa ile. Ondan önce Hacer annemiz. O da Mekke kayalıklarına oğlu İsmail ile. Yürümek ne güzel diye düşündü. Efendimiz de (aleyhissalâtü vesselâm) altı yaşlarında idi Medine’den dönerken aziz Amine ile. Ebva sen bilirsin o hüznü ancak. Bilmiyorum o hüznü hangi kalemler yarınlara aktaracak? Bir anda kıvrılarak nasıl da düştü toprağın bağrına o nadide gül. Ardında biricik evladını öksüz bırakarak.

Ne günlere geldi devran uzaklardan mis gibi kokular sunarak. Dönüp dolaşıp aynı çizgiye mi değdi zaman eğrisi. Nasıl belli olur gerçekte insanın ölüsü ve dirisi? Kör gelenekler, zulmet kelimeler, geçmişten gelen taşlaşmış suretler içinde kalanlar sağ mıdır? Kimler kurtarır kendini ebabil taşlarından? Delik deşik fikirler, solgun ölgün kalbler.

Nihayet günün ilk ışıkları göründü. Kadın sessiz çığlıklarını içine gömerek “Birileri gelsin artık.” dedi usulca. Çok geçmedi bir görevli belirdi yanlarında. Kimlikleri istedi. Çocuk korktu, annesine sarıldı. “Korkma, O bizimle!” dedi kadın. Diğeri, “Ya geri gönderirlerse?” diye fısıldadı kadının kulağına. Kadın ürperdi, ama ses etmedi. Geri gönderilmek? Ölüm gibi bir şey, hatta belki daha ağır. Yok yok. O izin vermez buna. Yolumuzu açan O değil mi? Denizin dalgalarında bizi saklayan O değil mi?

“Bitti. Buraya kadarmış. Kendinizi hazırlayın sorgulara. Ama ne olur pes etmeyin.” dedi biri. Güvenlik gemisi çok yakında idi. Projektörler açıktı. Bütün gönüller O’na yönelmiş, bütün diller O’na yalvarıyordu. Kadın, “Biz pes etmek için çıkmadık bu yola.” dedi sessizce. Sonra “Ya Ömer, ya Hamza!” demeye başladı. Gözlerini kapattı, çocuğuna sıkı sıkı sarıldı. Gözlerini açtıklarında güvenlik gemisi epeyce uzaklaşmıştı.

Görevli nazik bir şekilde, “Korkmayın, güvendesiniz. Birkaç işlem için sizi şu binaya alalım.” dedi. Çocuk gülmeye başladı. Kadın şaşırdı. “Oğlum ne oldu, neden gülüyorsun?” Çocuk annesine baktı, elini yukarı kaldırdı: “Anne, görmüyor musun?”

Bu yazıyı paylaş