Derin düşünceler içindeyim bu zaman diliminde. Yeryüzü bile nefes almakta zorlanırken nuranî bir kapı aralanıyor ruh dünyamda ve güftesiz besteler duyuluyor her yandan. Güftesi yazılmamış, lakin dinleyene itminan ve manevî zevk veriyor.
- yüzyılın ilk çeyreğini yaşadığımız şu günlerde Anadolu’nun bağrından, daha önce hiç işitmediğimiz bir makamda, eşsiz nağmeler yükseliyor. Bütün tahkir, tezyif, tevkif, tescin ve zulme rağmen çizgilerinden milim şaşmayan, kimseyi rahatsız edip incitecek en ufak bir serzeniş ve taşkınlığa başvurmayan bir koronun bestesini dinliyoruz. Bu dönem kendi kahramanlarını yetiştiriyor.
Bu süreç olmasaydı, Avrupa’yı tanıdıktan sonra yöneticileri eleştirdiği için mahkûm edilen ve işkencelere mârûz kalan Sabahattin Ali’yi belki hiç tanıyamayacaktık. O da ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve Bulgaristan sınırında öldürülmüştü. Engin dünyamızın ruh mimarlarından Mevlânâ Celaleddin, Hallâc-ı Mansûr, İmam-ı Azam, Mehmet Akif, Mustafa Sabri ve Zâhid Kevserî gibi isimler de benzer bir tavır sergileyip tarihteki yerlerini almışlardı. Yakın tarihin zorbalarına karşı el pençe divan durup rahat yaşayabilecekken dik durmayı tercih etmişlerdi.
Bediüzzaman Hazretleri, ülkemizin topraklarında neşet etmiş; ömrü esarette, zindanlarda veya sürgünde geçmiş, davası uğruna her türlü zulme göğüs germiş bir kahramandır. Memleket memleket sürgüne gönderilmiş, tek arzusunun milletinin imanının selameti olduğunu söylemiştir. “Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız, tesanüddür. Sakın sakın bu sıkıntıların verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvalar ve ‘Böyle olmasaydı şöyle olmazdı.’ diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu, ne yapsaydık onlar bu hücumu yapacak idiler. Biz sabır ve şükür ve kazaya rıza ve kadere teslim ile mukabele ederek tâ inayet-i İlahiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pek çok sevap ve hayrat kazanmağa çalışmalıyız.”[1] sözleriyle kendisine ve davasına taarruz edenlere karşı yolunu ve yöntemini bildiren Üstad’ın hayatı, örnek olacak güftesiz bir bestedir.
Öte tarafta karanlığa yenik düşen yığınlar… Ruhları ihtiraslarının baskısı altında bulunan, gözleri kapalı, takılıp yolda kalmış yığınlar… Bunların yanında karanlık türküsü mırıldananlar; ümidini yitirmiş, “İş bitti!” diyenler ve yolların genişliğine rağmen yoldan çıkan, makam, mevki, şan ve şöhret ile başı dönen talihsizler. Diğer bir tarafta, geçmişte hakkıyla tanıyıp anlayamadığımız mazlum kesimler…
Geçmişten geleceğe uzanan hayat yolculuğunda imtihanın en çetinini yaşıyor bütün insanlık. Bir hayli zamandır emsalsiz bir kapı aralanmıştı yeryüzüne. Lahûtî bir meltem esmeye başlamıştı. Dil sevgi diliydi, çehreler de artık mütebessimdi. “Yeni bir dünya” deyip yola çıkan hicret gönüllüleri etrafına bahar neşidelerini sunmaya başlamıştı bile. Lakin bazı sesler tam uymuyor ve bazı notaları eksikti. Sadece alkış tutanlar vardı, kenarda durup sadece izlemek durumunda kalanlar… Tamam olmuyor, bestesi tamamlanamıyordu bir türlü. Fakat şimdilerde, bütün zulümlere ve nifaklara rağmen yeni bir bestenin yapıldığına şahit oluyoruz.
Sadece düşüncelerinden dolayı baskı gören, ama dik duran insanların belki kendileri bile bu duruşun ne kadar değerli olduğunun henüz farkında değil.
Niyazi-i Mısrî sevgi diliyle hakikate koşanları şu mısralarla anlatıyor:
İzi yoktur ki izinden biline
Dahi tozmaz ki tozundan biline
Sen onu sanma sözünden biline
Hakikat ehlinin olmaz nişanı.
Hâl ve temsil diliyle gözleri açan, kulakların pasını silen ve ölü gönüllere yeni hayatlar vadedenlerin âhengi, güftesiz bir bestedir. Bütün yol yorgunlarını ahsen-i takvim sırrına çekmeye gayret edenlerden çıkan armoni, güftesiz bir bestedir. Zalimin zulmünden kaçan muhacirlerden ve gaybubette yaşayanlardan duyulan benzersiz nağmeler birer güftesiz bestedir. Başlarına gelen musibetleri vicdanları ile tartıp nefislerini ikna edenlerin, yaşadıklarını günahlarına kefaret sayarak her türlü zulme karşı tevekkül içinde olanların ve meşru çizgiden ayrılmayanların kaderlerine gösterdikleri rıza güftesiz beste değil de nedir? Zindanlarda kalan, birçok ülkeye hicret eden, yokluklara rağmen istikamette kalarak yaşamaya gayret eden pek çok hakikat erinin duruşları da birer güftesiz bestedir.
Gördükleri muamele ile mahrumiyete mârûz bırakılan, dost bildiklerinden düşmanlık ve vefasızlık görseler dahi ne gönül koyan ne de kimseyi vefasızlıkla suçlayan, suskunlukla gerçek değerine ulaşan, en ağır şartlara, en çetin imtihanlara bir “Eyvallah!” çekip yol almaya bakanların hâlleri de birer güftesiz bestedir.
İç dünyalarında hep O’nunla münasebet heyecanı içinde bulunan, Hak ile münasebetlerini en kötü şartlarda bile ilerilerin ilerisine taşıyan, tenha gecelerde “Sen! Sen Allah’ım!” diye yankılanan bir ses ve soluk olma bahtiyarlığına erip zamanın hakkını verenlerin duruşu, birer güftesiz bestedir.
Kur’ân talebeliği güzergâhında yürüyen yolcular, tarih boyu aynı kaderi paylaşmıştır. Hep sevgi soluklamış, herkesi kardeşlik hisleriyle kucaklamış, konuşurken gönül diliyle konuşmuş, konuştuklarını hâl şivesiyle renklendirmişlerdir. Bahtiyar onlardır ki Allah (celle celâluhu) ve Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşkıyla, âhengi bozmadan yola devam etmişlerdir.
Uğradıkları yerlerde geçmişin “çil çil kubbeler serpen” orduları gibi fark ediliyorlar sessiz sedasız. İlmek ilmek işlenen bir kanaviçe gibiler bütün dünyada. Gaye-i hayallerinde hep tamamlanmamış besteyi tamamlama azmi. Duygu ve düşünceleriyle, ses ve sözleriyle gönüllerinden güftesiz besteler takdim ediyorlar muhtaç sinelere.
İyi ile kötünün bütün dünyada rengini belli ettiği şu demlerde güftesiz bir şarkı besteleniyor. Hedefleri bu işi tamamlamak, yarım bırakmamak. Çamlıca’dan yükselen ses, “Rica ediyorum! Başladığınız bu iş yarım kalmasın!” demişti. Şimdi bütün gayretler, başlanılan bu işi tamamlamak için. Ne mutlu dillerinden duayı, kalblerinden kardeşlerinin derdini eksik etmeyenlere!
Dipnot
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 300.