Sevap Kapısı

Hüseyin Yakup isimli bir arkadaşım vardı. Eşi, iki çocuğu ve yaşlı annesiyle yaşıyorlardı. Dürüst ve başarılı bir bürokrattı. Annesinin böbrek rahatsızlığı olduğu için devamlı onu diyalize götürürdü. Binalara giriş çıkışta ve araçlara binerken bazen sırtında taşırdı ve annesi kilolu olmasına rağmen hiç şikâyet etmezdi. Bir gün annesinin vefat ettiğini duyduk. Baş sağlığı ziyaretimizde arkadaşımın yüz ifadesi, “Değerli anacığım benim, ölmesen de seni ömrüm boyu sırtımda taşısaydım.” der gibiydi. Mahsun ve kederli arkadaşımın kulağına eğildim, “En büyük sevap kapın kapandı!” dedim. Birden irkildi; iki acı gerçeği başını sallayarak tasdik etti. Hem annesinden olmuş hem sevap kazanmaktan mahrum kalmıştı.

İnsanlara ve toplumlara da sevap kapıları bazen açılıyor, bazen kapanıyor. Bizler de Rahman’ın kullarına bahşettiği rahmet hazinesinin bazen farkına varıyor bazen de imtihan perdesini aralamayı bilemediğimiz bu nimete bigâne kalabiliyoruz. Dünya inanç tarihine baktığımız zaman, hemen hemen bütün peygamberlerin ve veli zatların, öncesinde el üstünde tutulduğunu, onlara nice övgü dolu sözler söylendiğini görüyoruz. Ne zaman ki Hakk’ın emirlerini ve hakikatleri tebliğe başlıyorlar, bütün güzel sözler bıçak gibi kesiliyor. Her şey tam tersine dönüp o zamana kadar dürüst ve güvenilir olarak vasıflandırılırken birdenbire en ağır ithamlarla karşı karşıya kaldıklarını, hatta işkencelerin devreye girdiğini görüyoruz.

Hazreti Musa (aleyhisselâm) sarayda büyürken ve el üstünde tutulurken, Allah’ın (celle celâluhu) emirlerini tebliğe başladığı, kavmini kölelikten kurtarmaya çalıştığı anda, büyük bir ordu ile karşı karşıya kalmıştır. Körlerin görmesi, hastaların şifa bulması, ölülerin dirilmesi gibi mucizeler gösteren Hazreti İsa’ya (aleyhisselâm) duyulan hayranlıklar, bütün bu harikulade hâllerin asıl sahibi Yüce Yaratıcı anlatılmaya başlandığı anda yok olmuş, kavmi tarafından öldürülmeye çalışılmıştır. “El-Emin” lakabı verilerek parmakla gösterilen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlara kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini ve Mahkeme-i Kübra’yı anlatmaya başladığı, menfaate dayalı pagan düzenlerinin yanlışlığını ortaya koyduğu anda, kendine inananlarla beraber aç ve susuz bırakılmış, doğduğu şehirden hicret etmek zorunda kalmıştır. Bununla yetinmemişler onu ortadan kaldırmak için üzerine ordularla gitmişlerdir.

Ebû Hanife, iktidar sahiplerinin istediği fetvaları vermediği için zindanda her gün kırbaç adedi artırılmış, bu arada yetinmeyip zorla zehir içirilmiştir. Ahmed ibn Hanbel, iktidar güçlerinin baskıyla kabul ettirmeye çalıştıkları fikirlere karşı geldiği için iki buçuk yıl zindanda işkence görmüş, vefatından sonra kadirşinas insanlar tarafından değeri anlaşılmış, kendisi mezhep imamı olarak kabul edilmiştir.

Bu konuda akla durgunluk veren bir olay da Karahanlılar döneminde yaşanmıştır. İmam es-Serahsî (1009–1090) haksız vergilere karşı çıktığı için bir kuyuda hapsedilmiş ve 15 yıl boyunca kuyu başına gelen talebelerine hiçbir kaynağa başvurmadan hem ders verip hem de 30 ciltlik meşhur El-Mebsut adlı eserini telif etmiştir.

Harikulade zekâsı ve hafızası sebebiyle “Bediüzzaman” lakabı verilen Said Nursî, 82 yıllık hayatının neredeyse yarısını hapis ve sürgünlerde geçirmiş, insanlardan tecrit edilmiş ve kışın buz gibi hücrelere atılmıştır. Defalarca zehirlenerek suikasta mârûz kalmış, ama Allah’ın inayetiyle her defasında kurtulmuştur. Çektiği bütün çilelere rağmen, çağın dertlerine derman olan Risale-i Nur Külliyatı’nı telif etmiştir.

Günümüzde ise; aydın, sanatçı ve siyasetçileriyle birlikte halkın büyük teveccüh gösterdiği Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de kaderi hep aynı minvalde seyretmiştir. Dil, din, ülke gözetmeksizin herkesin kardeş olarak kabul edildiği, aç ve susuz insanlara dört bir koldan yetişildiği, ilim ve irfan yuvalarının en ücra köşelerde kurulup her coğrafyada insanların yetişmesinin hedeflendiği bir zaman dilimindeyken yine habis ve kıskanç ruhlar bir anda kâbus gibi çökmüştür. Hizmet’in eserleri bir kalemde silinmeye çalışılmış, akıl almaz ithamlar ortalığı kasıp kavurmuştur.

Her çağda Hak dostu kametler; sürgün, eziyet ve işkenceye mârûz kalmışlardır. Fakat âkıbet müttakîlerin olmuştur. Tarihin övünç kaynağı bu insanlara ve onlara sahip çıkıp yolundan gidenlere Cenab-ı Hakk’ın ne nimetler vereceğini tahayyül bile etmemiz elbette imkânsızdır. İşte bela ve musibetlerin başa gelmesinden itibaren sevap kapılarının sonuna kadar açıldığını, bu eziyet, sıkıntı ve işkenceleri, Allah’ın sevap hüzmelerine dönüştürdüğü müjdesini âyetlerden anlıyoruz: “Benim rızam için hicret edenlerin, vatanlarından sürülenlerin, Benim yolumda işkenceye, zarara uğrayanların, Benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin, elbette kusurlarını örtecek ve elbette onları Allah tarafından mükâfat olarak içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim.” (Âl-i İmran, 3/195). “Zulme mârûz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi!” (Nahl, 16/41). “O müminler ki tamamen haksız yere, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı… Dinine yardım edene Allah da elbette yardım edecektir. Muhakkak ki Allah pek kuvvetlidir, mutlak galiptir.” (Hac, 22/40).

Sonsuz bir hayatı kazanma söz konusu olunca, bu çilelere değmez mi? İmtihan dünyası, her çağda olduğu gibi devam ediyor. Zalimler zalimliğini yapıyor, mazlumlar mazlumluğunu yaşıyor ve iki taraf da öbür dünyanın yatırımını bu dünyada yapıyor. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Zaman gösterdi ki; cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil.”[1]

Bir gün zulümlerin sona ereceğine inanıyoruz, zira Allah (celle celâluhu) zulmün devam etmesine izin vermez. Bu durumda herkes rahat bir nefes alacak, fakat meselenin farklı bir buudu da var: Hüseyin Yakup’a söylediğim, “en büyük sevap kapılarından birinin kapanması” sözü muhtemelen hayata geçecek. Hüseyin kardeşim için de büyük bir sevap kapısı kapandı, ama rahmetli annesine olan o güzel hizmetlerinin sonucu Allah, ona hususî ihsanlarda bulundu.

Hapis, zulüm, işkence, sonuçta sevaba mazhar

Sabret gönül, İlahî Rahmet muhakkak ki yağar

 

Dipnot

[1] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 530.

Bu yazıyı paylaş