SABAH

Kelimelerle anlaşamadığım zaman, içime dönüp aradığım bir çocuk var. Kimi zaman ruhumun kış bahçesinde kardan adam yapıyor, kimi zaman kâğıttan dua uçurtmaları hazırlayıp kalbimin semasına salıyor.

Yine böyle bir zaman dilimindeyiz, bir sabah vakti. Çocuklar bu vakitte zinde olur. Onu zindeliğiyle karşıma oturtmak, bu kez kaybımı paylaşmak istiyorum onunla.

Korkularımdan ve vehimlerimden yakınmaktan ziyade bu kez ona sormak istiyorum, ruhumda şefkat meltemleri estiren bütün masum cıvıltılar kesiliverdi sanki, arkadaşlarına bir şey mi oldu çocuk? Yoksa seni bırakıp gittiler mi?

Sorularımı heybeme koyup yola düşüyorum. Zihnimin karanlık köşelerinden, vicdanımın kördüğümlerinden geçiyorum. Aradığım hiçbir yerde bulamıyorum onu.

Ansızın bir damla düşüyor kirpiğime, başımı yukarı kaldırıyorum. Zühre yıldızından aşağı doğru sarkan bir dalda oturuyor çocuk. Üstelik zannettiğim gibi hüzünlü ve ümitsiz değil. Kulağında bir kulaklık, elinde bir kaset var.

Kasetin deliklerinden sular damlıyor; ben çocuğu incelerken damlayan sularla ıslanıyor yüzüm, sanki kaset, iki gözü iki çeşme ağlıyor.

“Ne dinliyorsun?” diye soruyorum çocuğa. Cevap vermiyor, kaseti gösteriyor; üzerinde “24 Mart 1991” yazıyor.

Hatırlayamıyorum bu tarihi. Aşağı doğru uzanıp beni kollarımdan tutuyor, oturduğu dala bir çırpıda çekiveriyor beni. Sonra başımı yıldıza doğru çeviriyor. Gözlerim kamaşıyor, ne olduğunu anlayamadan bir camide buluyorum kendimi. Kürsüde bir zat oturuyor, yorgun gözüküyor ilk bakışta, sonradan fark ediyorum, yıldızın ışığından süzülmüş kandiller asılı gözlerinde.

“Gideceğim.” diyor bu zat. Cemaat telaşla etrafını sarıyor, “Bizi bırakma Hocam!” diyor.

Ben yine anlamayan gözlerle bakıyorum benimle birlikte bu manzarayı seyreden çocuğa. Elimden tutup caminin kapısına doğru çekiştiriyor beni. Cami alabildiğine dolu dırahşan çehrelerle. Kapıya ulaşıyoruz nihayet. Son bir kez bakıyorum; bu nurdan simayı bir daha görememekten endişe duyuyorum. Fakat çocuk beni bekliyor, gitmemiz icap ediyor. Caminin kapısı genişçe bir salona açılıyor. Salon boş, sessiz, sedasız.

“Burası neresi?” diye soruyorum, “Beşinci Kat” diyor.

Ben yine anlamayınca içerideki odalara götürüyor beni. Acelemiz var, hep hızlı yürüyoruz.

Camideki zatın gözündeki kandillere benzer bir lamba aydınlatıyor odayı. Bu âşinalık hissi nereden geliyor içime, anlamıyorum. Bu anlamayışıma bir çare bulmak istiyor çocuk. Odanın penceresini açıyor. Beni de tutup aşağı atlıyor aniden. Gökyüzünden yeryüzüne doğru süzülürken Zühre’yi arıyor gözlerim, sanki yavaş yavaş kayboluyor ışığı. Çocuğun acelesi bu yüzden mi? Kaybolmadan Zühre’ye mi varmalıyız?

Nihayet ayaklarımız yere değiyor. Bu kez bir öğrenci yurdunun bodrum katındayız. Yatağın üzerinde ağlayan bir abla var, ne yapacağını bilemeyerek öylece ağlıyor. Bir kenarda durup izlemekle yetinemiyorum, yanına gidecekken birden kapı çalıyor. Abla gözündeki yaşları silip kapıyı açıyor.

“Beni o gönderdi, ‘Bugünü düşünmesin, 30 sene sonrasını düşünsün.’ dedi.” diyor bir ses. Takvim 1994 senesini gösteriyor. Abla bu müjdeden fevkalade teselli buluyor, gözlerinde o zattaki gibi bir pırıltı görüyorum.

Kapı tam kapanacakken biz de çocukla birlikte aradan süzülüveriyoruz. Bu kez kız öğrencilerle dolu bir salonda buluyorum kendimi. Başlarında az önce gördüğümüz abla var; yaşlanmış, fakat gözlerindeki pırıltı hâlâ yerinde.

Öğrencilere bakıp “Bu sene tam 30 sene oldu.” diyor. Arkasındaki tahtada 2024 yazıyor.

Salondan çıkıyoruz, “Hey gidi günler!” diye bir ses “fışkırıyor” yaşlarla birlikte kasetten. Bastığımız yerler sırılsıklam, kasetten damlayan sular dur durak bilmiyor.

Dışarıda hava kararıyor; muhteşem bir gün batımı karşılıyor bizi, geldiğimiz yere geri dönüyoruz alelacele. Zühre yıldızı sönmek üzere, üzerine oturduğumuz dalın yaprakları yer yer sarı, yer yer kırmızıya çalmış.

“O zatı tekrar göremeyecek miyiz?” diye soruyorum endişeyle, çocuk bana bakmıyor. Daldaki tek yeşil yaprağa işaret ediyor. Bir rüzgâr esiyor, ince ince, ılık ılık.

“Cemaatini bırakıp gitti mi? ‘Gideceğim’ diyordu, onları terk mi etti?” diye soruyorum.

Çocuk beni duymuyor ya da duymak istemiyor; kulaklık hâlâ kulağında, kasetten hâlâ sular damlıyor.

Yeşil yaprak, rüzgâra mukavemet edemiyor, kopuveriyor daldan. Gözümle takip ediyorum. Uçuyor, uçuyor, en sonunda bir hastane odasının penceresinden içeri giriyor.

Odada bir koltuk, o zat oturuyor; nasıl da seviniyorum. Onu bir kere daha gördüm ya! Demek ki cemaatini terk etmemiş. Yeşil yaprak onun elinde, beyaz bir kâğıda dönüşmüş.

“Bunu sen mi yazdın?” diye soruyor bana. Ben yazmışım, ondan öğreniyorum.

“Sabah” yazıyor kâğıtta. Başını kaldırıp tebessüm ediyor bana, öyle bir tebessüm ki bütün korkularım kayboluyor.

Son kelimesini söylüyor: “Sabah.”

Ne demek istediğini anlamak için düşünüyorum, başımı önüme eğiyorum, kaldırdığımda yine çocukla yan yana, dalın üzerindeyiz. Zühre yıldızı artık yok, daldaki yaprakların hepsi uçmuş. Akşam gelmiş çatmış, oysa ben sabahı gözlüyorum.

Benim içim sükûnete ermiş, adını koyamadığım rüzgârlar esiyor yine.

“Seherlerde eser bâd-ı tecelli” yazılı bir levha görüyorum göğe çakılmış.

Çocuk kulaklığını çıkarmış, kaseti gömleğinin ön cebine koymuş. O da benimle birlikte esen rüzgârın ezgisini dinliyor.

Tesbihat nağmeleri karışıyor ezgiye yer yer.

Zühre’nin kaybolduğu ufukta ince bir çizgi beliriyor sonra, bütün sahipsizlik hislerine şifa mahiyetinde, o çizgiye nazmedilmiş binlerce hüzme ışıyor uzaktan, işte güneş doğuyor.

Artık anlıyorum, çocuk da anlatmaya başlıyor. Tam da anlamışken anlatmaya başlayan bir çocuk bu.

“O, gösterdiği ufuktan doğan güneşin hüzmeleri, yüzüne değmeden kendi ruhunun ufkuna yürüdü. Camide de böyle demişti, “Belki yerin altında, belki de yerin üstünde, ben de öyle diyeceğim, ‘Hey gidi günler!’ diyeceğim.” demişti.

Buna şüphe yok, zira bu doğan güneş, bizim bildiğimiz güneşe benzemiyor. Toprağın, suyun, ateşin verâsında, ışığı gelip ruhumuza dokunan bir yıldız o, hakikat yıldızı. Yağından kandiller yakılıyor, ateşinden buzlar eritiliyor. Zühre, hep kovalayıp durduğu güneşe, onun doğacağı şafakta vâsıl oluyor.

O, bütün yaprakların sararıp solduğu bir sonbaharda, nevbaharın bir cilvesi için kendini feda ediyor. Yaşadığı gibi bitiyor hayatı.

Çocuk durup derin bir nefes alıyor. Ön cebinden, kasetin yaşlarıyla ıslanmış bir mendil çıkarıp bana uzatıyor.

Onun sesi, senelerin ötesinde, zamanın sihirli rüzgârında, hep bir sabah vaktinin bereketi ve aydınlığıyla yankılayıp durdu. Bir sabah gelip bizim yüreğimize de dokundu.

Bu yazıyı paylaş