Bir okyanusun kıyısındaydım geçen hafta. Ucu bucağı görünmeyen kocaman bir su kütlesi. Gözlerimi hafif kısıp bakabildiğim kadar ileri baktım. Dedim ki; bu okyanus değiyor mudur benim de köyümün kıyısına? Öyleyse, alsa götürse ya beni de! Belki bir gün, zalim yorulur da vazgeçerse zulmünden.
Basit insan olunca basit şeyleri özlüyorsun. Evinin önünden geçen rüzgârı, mutfak camının köşesine yuva yapmış kuşları, oturma odasındaki eğik döşemeyi, akan bacanın izlerini silmek için üst üste yapılmış badanayı. Yıllarca annenin ve babanın bir ucundan düzeltmeye çalıştığı küçücük evini. Hal caddesinin karşısında otururduk biz. Sabah namazıyla başlardı caddedeki gürültü. Perdeyi açtığınızda yollara taşmış mevsimine göre domates, karpuz, lahana dolu kasalar kaplardı gözlerinizi. Babam, alt katımızda işlettiği bakkalını her sabah, namazdan sonra açar akşam yatmaya doğru kapatırdı. Pazar günü hiç olmazdı. Hep çalışır, evdeki bir deste insanın ihtiyaçlarını gidermek için çabalardı. Elinde neredeyse hiç kitap görmedim desem yeridir. Ama kazandığı paralarla biz okuyalım diye eve tonla kitap alırdı. Ne ansiklopediler ne romanlar ne dergiler ne gazeteler… “Okuyun oğlum, okuyun. Kendinizi kurtarın.” derdi. Ablamdan başlayarak sırasıyla ağabeyimi beni ve iki kız kardeşimi elinden geldiğince kimseye muhtaç etmeden okula gönderdi.
Okumak! Küçükken saatlerce meşgul olmaktan keyif aldığım, fakat şimdilerde oldukça zorlandığım bir eylem. Zorlanıyorum çünkü beynimin sesi kitabı bastırıyor. Odaklanamıyorum bir türlü. Zira düşünecek o kadar çok şey var ki. Küçükken çok kitap okursanız bazen bu yazma isteğinizi de tetikliyor. Edebiyat hocalarım hep ileride mutlaka yazmam gerektiğini söylerlerdi. Ama bana yazmak hep zor gelir. Saatlerce oturup içimden kendi kendime konuşur dururum hâlbuki.
Yazmak düşünmekten zor, hele de başkalarının okuyacağını biliyorsanız. Ama bugün yazdım saymayın. Bugün düşünüyorum, sadece düşünüyor… Gözlerimi kapatıp az önce okuduğum haberleri, insanları.. bakışlarını, duruşlarını. Hissettiğim tek şey kalbimin derinliklerindeki ağırlık. O ağırlık uzun zamandan beri orada. Hiç gitmiyor. Yiyorum, içiyorum, evimin ihtiyaçlarını karşılıyorum, çocuğumla ilgileniyorum, gülüyor, mutlu oluyor, sohbetler ediyorum ama o ağırlık hiç gitmiyor. Ne kadar oyalarsam oyalayayım kendimi, hafiflemiyor. Hatta kendimi oyalamak vicdanımı sızlatıyor. Vicdan diyorum a dostlar, vicdan! Şeytanın bana uyguladığı her yaptırımdan sonra devreye giren vicdan! Hiç susmayan vicdan! O kalbimdeki ağırlığı her gün biraz daha katlayan vicdan! Vicdanımı dinlersem kurtulur muyum?
Gözlerimi yeniden kapıyorum. Üniversite yıllarım geliyor aklıma. Babamın bir sabah beni ağlayarak emanet ettiği yurt. Elimden tutan ablalarım. Yüzleri tek tek geliyor gözlerimin önüne. Haberlerde okuduğum şartlarda hayal etmeye çalışıyorum onları, olmuyor. Aynı evi paylaşırken saçlarının telini dahi görmediğim canım ablalarım nasıl 40 kişi aynı odanın içinde yaşıyor diyorum. Kalbimdeki ağırlığa sanki birisi eliyle bastırıyor. Yüreğim boğazımdan çıkacakmış gibi oluyor da elimden hiçbir şey gelmiyor.
Her gün kötü, çok kötü şeyler oluyor. Sadece canım ülkem değil üstelik. Dünya kötü. İnsan kötü. Çok kötü… Sonra Üstad geliyor aklıma. Hiç de iyi olmayan Risâle bilgimden bir kırıntı dökülüyor dilime. Esfel-i sâfilîn. Oraya mı düştük Allahım? Korkuyorum.
Sonra babam geliyor aklıma. Uzun zamandır çok seyrek görüşüyoruz. Malum hadiseler, zâhirî uzaklığımıza bir de gerçek uzaklık kattı. Artık sevdiklerimi sevmiyor. Belki artık beni de eskisi kadar… Yıllar önce kendi elleriyle teslim ettiği ablalarımın bugün zindanlara atılmasına alkış tutuyor. Bilse ne kadar masum insanlara ne kadar büyük iftiralar atıldığını! Haberi olsa yapmazdı diyorum. Okuyalım diye eve getirdiği kitapların yaşayan timsaliydi hâlbuki o ablalar. İlim dolu dillerine edep dolu hâlleriyle eşlik eden aksiyon insanı ablalar. Keşke demek olmaz ama keşke bize getirdiği kitapları biraz da ona okusaydım.
Üniversitenin son yılına girdiğimiz yaz ablalarım okul açılmadan biraz evvel gelmem için aradılar. “Yeni öğrenciler gelecek. Ev bulmamız lazım. Yardıma ihtiyaç var” dediler. Ne yalan söyleyeyim içimden hiç gitmek gelmemişti. Zaten stajı başka şehirde yapmış, eve daha yeni dönmüştüm. Ailemle hiç vakit geçirememiştim. Ancak ‘hayır’ demeyi pek beceremediğimden “Babamlara bir sorayım” dedim. Sordum. Babamın cevabı dün gibi aklımda: “Vefa zamanı kızım. Önce onlardı, şimdi sen!” Sonra gittim. İyi ki de gitmişim. O gün bunu söyleyen babamın sözünden hiç çıkmadım ben. Önüme gelen her hizmete vefa gözüyle baktım. Yıllar geçti. Her şey altüst oldu. Fitne aldı başını gitti. Yalan baş tacı yapıldı. Babam rüzgâra kapıldı ama söylediği o iki cümle bende kaldı. Vefa zamanı kızım, önce onlardı, şimdi sen. Evet, baba, o gün değilse de bugün vefa zamanı.
Ellerini semaya açıp doğru düzgün dua etmeyi bile beceremeyen biriyim ben; hangi kelime daha uygundur hâlimi arz etmeye bilemem. Öyle mahcubum ki, dua makamı kim ben kim! Ama Allah’ım şu kalbimdeki ağırlığı sana sunuyorum. Vallahi memnun değilim. Kendimden, nefsimden, yaptıklarımdan, hâlimden memnun değilim… Ama Allah’ım ben bu insanları çok sevdim, vallahi çok! Seni bana sevdirmelerini sevdim. Hâllerini sevdim, dualarını, oturuş kalkışlarını, ruhlarındaki güzelliği sevdim. Ne olur beni onlardan say Allah’ım! Bedenimin onlarla birlikte görmediği her zulüm ruhumda. Ne olur Allah’ım kurtar hepsini! O aydınlık yüzleri gibi aydınlat dünyalarını! Kavuştur yârine, evladına, anasına, babasına… Ne olur Allah’ım, onlara içinde bulundukları yerlerde selametler, esenlikler, iç ferahlıkları ver. Kolaylıklar ver. İsyandan uzak sabırla bekleme gücü ver Allah’ım. Bu dünyada da ötelerde de af ve afiyetler ver! Senin yolundan ayırma! Kalpleri senin sevginle doyur Allah’ım!