Yusufların Kampı ve “Yolun Kaderi”

Gönlüm kırık, ruhum sıkkın bir şekilde Cuma namazını eda etme niyetiyle bir avuç gönül erinin iştirak ettiği bir mekâna gitmiştim. O gün hutbede Hocaefendi’nin yıllar önce âsude bir mekânda yaptığı bir kamptan bahsediliyordu. Hutbeyi okuyan kardeşimin samimi ifadeleriyle dile gelen kelimeler, beni dünya-ukbâ boyutlu bir kamp atmosferine götürdü. Kelimeler, sanki cennetin cuma yamaçlarını resmediyordu. Harflerden müteşekkil bu ifadeler, diyebilirim ki, Üstadımızın eserlerinde bahsettiği o cennet-âsâ baharı zihnime taşıdı.

Hatırladınız mı? Hani Üstadımız, “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden ricam şu ki, mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.”[1] diyordu ya, işte ben de o hutbenin tesiriyle kendimi o cennet-âsâ baharda buldum.

Hocaefendi, yaptığı o muhteşem tasvirlerle adeta dinleyeni hayalen o cennet-âsâ baharda gezdiriyor ve o gülistandan içimize demet demet maneviyat hüzmeleri akıtıyordu. Dedim ya, cumaya gelirken biraz gönlüm kırıktı. Hutbedeki ifadeler, kalbimin bam teline dokunuyordu. Gözlerim doldu. Ağlamamak için kendimi sıkıyordum.

Zihnim ve hayalim bu duygular içinde gelgitler yaşarken kendi kendime; aslında günümüzdeki Yusufların kamplarını da dile getirmek lazım dedim. Ah keşke, kalbimin dili olsaydı da hissiyatımı dile getirebilseydim. Mehmet Akif’in dediği gibi;

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!

Bu tür duygular dört nala koşan atlar gibi zihnime hücum edince, bazen içimden haykırmak geliyor. Evet, muhalif rüzgârların gülistanları hâristana çevirdiği şu günlerde; dostların vefasızlık gösterip bizi bütünüyle terk edişini; terk etmekten de öte hiç ummadığımız kimselerce arkadan hançerlenişimizi haykırayım. Hayır, hayır! Bunca ızdırabın hafakanları haykırarak değil, belki sükûtun sessiz çığlıklarıyla bastırılabilir!

Fakat, dostların vefasızlığını, düşmanların cefadan usanmazlığını, yükselen çığlıkları, inleyişleri, gözyaşlarını sükûtun sessiz çığlıklarıyla nasıl anlatabiliriz ki? Hem Yusufların kamplarını dile getirme adına sessiz çığlıklar kâfi mi ki?

Bazen öyle bunalıyorum ki, dilime Abdülhak Hâmid’in, “Her yer karanlık…” dizeleri takılıyor; “Mahşer mi yâ Rab!” diye haykırasım geliyor!

Nasıl demeyeceksin ki? Bakınız, geçirdiği felçten sonra yatalak hâle gelen, asgari ihtiyaçları ancak iki bakıcıyla giderilebilen 86 yaşındaki hayır hasenat sahibi o güzel insana yapılanlara…

Yargıtay onamasıyla cezaevine gönderilen masum annenin üç çocuğunun bir başına kalması susarak nasıl anlatılabilir ki?

Bilmem ki, Yusufların hangi birine yansak ve hangi birini haykırsak?

Pîr-i fâni olup yüzlerinde evliya izleri taşıyanların gurbet ellere gidişine mi yansak? Karanlık hücrelere terk edilen Yusuflara mı, yoksa işkence altında şehit düşen yiğitlere mi ağlasak? İzbe dehlizlerde bir beyaz sandalye üzerinde hakkın rahmetine kavuşanların yasını mı tutsak? Yüzlerce bebeğin demir parmaklıkların arkasında büyümesine mi, yoksa beş nüfuslu bir ailenin her bir ferdinin beş ayrı ülkede yaşamak zorunda kalışlarına mı ağlasak! Her birisi fazilet abidesi yiğit Anadolu kaplanlarının varlıklarının ganimet sayılıp haraç-mezat yandaşlara peşkeş çekilişine mi yansak? İffet abidesi bacılarımızın namus suikastçılarınca iğfal edilmesini mi, yoksa ailelerin darmadağın oluşunu, toplumun bir makasla ikiye ayrılır gibi her birinin bir tarafa savruluşunu mu haykırsak? Bilmem ki sükûtun çığlıkları bunca cefayı kaldırabilir mi?

Hangi birini dile getireceğimi ben de bilemedim! Zulümden kaçarken Meriç’te, Ege’de, Akdeniz’de alabora olmuş bottan düşen masumların imdat çığlıklarını mı haykırsak, yoksa öğretmen bacımızın boğulan üç oğlunun arkasından kopardığı vaveylayı mı? Bilemedim ki Yusufların hangi kampından bahsetsek?

Kanser illetinin dördüncü evresinde olduğu hâlde hâlâ cezaevinde tutulanlara mı yansak; çıkarılmayıp ruhunun ufkuna yürüyen can yoldaşlarımızı mı haykırsak? Eli kelepçeli ameliyat masasına bağlananlara mı yansak, ciğerpâresinin cenazesine eli kelepçeli getirilip bir kürek toprak atmalarına müsaade edilmeyenlere mi ağlasak? Hangisine ağlayalım? Gözde yaş mı kaldı…

Anne babası tutuklu olup evde yalnız başına kalanları mı, eğitimleri yarıda kalan kimsesiz çocukları mı, rehberlik yapılamadığı için bunalıma girip intihar edenleri mi? Polisten kaçarken arkadan vurulanları mı, yoksa balkondan atılıp kendisi düştü denilenleri mi?

Lise, üniversite çağlarındaki günahsız çocuklarımıza reva görülen çıplak arama eziyetlerini mi, yeni doğum yapmış lohusa anneleri cezaevi aracına bindirip saatlerce yol götürme işkencelerini mi? Yapılan bunca eza ve cefanın hepsini yazmaya ne benim takatim var ne de okuyucunun buna yüreği dayanır! Gerisini geleceğin romancılarına, edebiyatçılarına, tiyatrocularına, senaristlerine havale ediyorum.

Malumunuz, Mehmet Akif, “Bir Gece” isimli na’tında, Cahiliye Devri’ni şöyle resmeder:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi

Bunun en çarpıcı örneği de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve beraberindeki hak davaya inanmış bir avuç insana uygulanan boykot hadisesiydi. Mekkeli müşrikler, “Benî Hâşim ve Benî Abdulmuttalib ile bütün beşerî ilişkileri kesme; onları Mekke’den sürme; akrabalık yollarını kapatma, onlarla konuşmama, evlilik yapmama; alışveriş yapmama; yiyecek ve içecek temin edebilecekleri bütün kaynaklarını da kurutma[2] kararı almışlardı. Bu şekilde bir avuç Müslümana ve Müslüman olmasa bile Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahip çıkan insanlara, Mekke’de sosyal ve ekonomik boykot ilan edilmişti. Onları, Şi’b-i Ebî Talib mevkiinde[3] abluka altına aldılar. Günümüz toplama kamplarından daha beter bir şekilde hepsini kavurucu sıcağın ve kızgın çölün içinde açlıktan ve susuzluktan ölüme terk ettiler. Ebû Kubeys dağının eteklerine hapsettikleri bu masum insanların arasında bebekler, çocuklar, kadınlar, ihtiyar ve hastalar da vardı. Küfür üzerine bir platform oluşturup aldıkları bu kararları onlarca kişiye imzalattılar. Sonra da bu tutanağı Kâbe’ye astılar. Böylece yaptıkları zulme hukukîlik kazandıracak, onu kutsallık kılıfında kamufle edecek ve muhtemel tepkilerden kurtulacaklardı.

Gel gör ki, o günkü müşrik toplumda dahi vicdanları çürümemiş bazı insanlar bu insanlık dışı uygulamaya itiraz etmiş, baş kaldırmış; bu kadar da olmaz demişlerdi. Bunlardan ilk adımı atan Benî Hâşim’den Hişâm ve Züheyr idi. Onların başlattığı hamleye Mut’ım ibn-i Adiyy, Ebu’l-Bahterî ve Zem’a ibn-i Esved de destek vermişlerdi. Müslüman değillerdi, fakat Mekke’de zulme karşı bir yürüyüş başlatmışlardı.

Şaşkın bakışlar altında ilk olarak Züheyr şöyle dedi; “Ey Mekke ahâlisi! Bizler, rahatça yemek yiyip güzel elbiseler içinde salınıp dururken, Benî Hâşim’in göz göre göre helâk olmasına asla göz yumamayız! Bu ne zulüm, Allah aşkına! Herkesle irtibatları kesilmiş, ihtiyaçlarını karşılamak için alışveriş yapmalarına bile müsaade edilmiyor! Vallahi, şu ‘boykot’ denilen zulmün yazılı olduğu sayfayı alıp parçalamadıkça ne bir adım ileri ne de geri atarım!”[4]

Vicdan doğru konuşuyordu; bir hamle de Ebu’l-Bahterî’den geldi; “Zem’a doğru söylüyor; orada yazılanlara ve bu uygulamalara seyirci kalamayız![5]

Aslında bu, yıllardır özlenen bir tablo olup gecikmiş bir sahiplenmeydi. Bunun üzerine o güne kadar Dâru’n-Nedve’de yalnızlaştırılan Ebû Tâlib, derin bir nefes almıştı. Zira, masumiyeti müdafaa, toplumda yavaş yavaş zemin bulmaya başlamıştı!

Ya bugün! 21’inci asrın ilk çeyreğini geride bıraktığımız sözüm ona medeniyet asrı denen şu günlerde bunca zulüm karşısında mütemadiyen susan onca cehl-i mürekkep için ne demeli! Başına taylasan takmış din adamı kisvesindeki bir sürü dilsiz şeytanı başka hangi kelimeler ifade edebilir ki? Medyada sofuluk taslayanlar, cemaatçilik adı altında yargıda Demokles’in kılıcı vazifesi görenler, Akif’in deyimiyle daha “Bilmem ne belâ” bir sürü insan bozması mezar-ı müteharrikler o günkü müşrik güruhun gösterdiği vicdan muhasebesinin aşr-ı mişarını bile gösteremediler!

Demek ki, Hocaefendi, “Yolun Kaderi” derken bütün bunları kastediyordu. İşte Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretine yakın hicret de bu olsa gerekti. Zira, o da peşindeki zalimlerden “Sevr Sultanlığı”na sığınmıştı. Arkadaşı Hz. Ebûbekir’e, “Lâ tahzen innellahe meanâ” (Mahzun olma dostum, Allah bizimle beraberdir!)[6] diyor ve onu teskin ediyordu. Ne gam bizlere ki, Allah’a iman etmiş, Kur’ân’ı rehber edinmiş ve Peygamber yolu üzere bulunuyoruz! Üstad Bediüzzaman’ın Nur Risaleleri ve Hocaefendi’nin bıraktığı Pırlanta eserler bizler için birer definedir. Bu manevi hazineden kâmil manada istifade etmeyi Allah bizlere lütfeylesin. Rabbim geçmiş kavimleri Firavunların, Nemrutların şerrinden koruduğu gibi hem bizi hem de bu devrin mazlumlarını emsali zulümlerden muhafaza buyursun! Rabbim her birerlerimizi Hocamızın vurguladığı aydınlık yarınlara, Üstadımızın haber verdiği o cennet-âsâ baharlara ulaştırsın inşallah.

 

Dipnotlar

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II, s. 489.

[2] Buhârî, Hac 45, Cihâd 180; İbn-i Mâce, Menâsik 26; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ 5/230.

[3] Şi’b-i Ebî Talib, Kâbe’ye yaklaşık 500 metre uzaklıkta Ebû Talib ve akrabalarının oturduğu mahallenin adıdır.

[4] Reşit Haylamaz, “Filmin sonu”,  TR724, 11 Ocak 2020.

[5] Haylamaz, “a.g.m”, TR724, 11 Ocak 2020.

[6] Tevbe sûresi, 9/40.

Bu yazıyı paylaş