İslam, güzel ahlak üzerine bina edilmiştir. Güzel ahlaka dair sayısız ölçü vazetmiş olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak (uygulamak) için gönderildim.”[1] buyurmuş ve yaşantısı ile güzel ahlakın nasıl olduğunu göstermiştir.
İnsanı erdemli insan yapan, yani gerçek insanlığın ufkuna yücelten ve yükselten değerlerin bütününe “güzel ahlak” ve böyle bir ahlaka sahip olan insana da “erdemli insan” denir. Üstad Bediüzzaman, hakiki terakkinin erdem sahibi olmakla gerçekleşeceğini, bunun için ise; kalp, sır, ruh, akıl, hayal ve diğer kuvvelerin veriliş gayesine uygun olarak kullanılması gerektiğini belirtir. İslam âlimleri, erdemli olabilmek için iyiyi kötüden ayırmak gerektiğinden, bunun için de aklın kullanılmasının öneminden bahsetmişlerdir. Kısacası erdemli insan, hayatı dengeli yaşayan, ifrat ve tefrite girmeden orta yolu tutan insandır.
Erdemli insanın topluma bakan yönü ise; onlar toplum için yol gösterici, iyiyi kötüden ayırt eden, ıslahçı, yenilikçi, adalet ve nizamın teminatçısı, hak ve hukukun tesisi için çalışan yüce gönüllü kişilerdir.
Erdem ve erdemli insan Antik Yunan’da da birçok filozofun üzerinde durduğu bir konudur. Erdemli insanın özellikleri arasında azim, nezaket, cömertlik, doğruluk, saygı, adalet, sağduyu, zekâ, cesaret ve fedakârlık en başta gelen erdemler olarak kabul edilmiştir. Aristoteles ise bunlara ilave olarak bir erdemden daha söz etmiş ve bunu erdemlerin tacı olarak görmüştür. Bu erdem, “yüce gönüllü” olmaktır. Ona göre “yüce gönüllülük” bir bakıma kişilik erdemlerinin süsüdür. Yüce gönüllü kişi, büyük ve onur verici işler yapan, kaçınılmaz yahut önemsiz durumlarda pek az yakınan, hayatını sakınmaksızın büyük tehlikeleri göze alan, iyilik yapmaya alışkın ama iyilik görünce utanan, kendisine yapılan iyiliğe daha büyük iyiliklerle karşılık vermek isteyen, seve seve yardıma koşan ama hiç kimseden bir şey istemeyen yahut çok nadir isteyen, intikam duygusu taşımayan, yaşadığı topluma yarar sağlayacak işler için çalışmaktan büyük bir mutluluk duyan, adaletsizliğe, zulme karşı gözünü kırpmadan mücadeleye girişen, gerektiğinde ulvi, yüksek erdemli amaçlar uğruna kendi çıkarlarından, rahatlığından, güvenliğinden, hatta hayatından bile vazgeçen, başkalarını ne öven ne de yeren, dostundan başkasına muhtaç olmayan, kendine yeten, hareketleri yavaş, ses tonu tok, konuşması sakin, soylu ve iyi kişilikli olan, (en iyi) kişidir.[2]
9.-10. yüzyıllarda yaşamış İslam âlimlerinden Farabi, “El-Medînetü’l-Fâzıla” adlı eserinde, erdemli toplumun ancak iman, adalet ve hikmet sahibi fertlerle kurulabileceğini söyler. Ona göre bu toplumun lideri de ahlak ve hikmet sahibi olmalıdır.[3] 14. yüzyılın büyük düşünürü İbn-i Haldun da “Mukaddime”sinde benzer şekilde, toplumun kurtuluşunun ancak faziletli, hakkı üstün tutan ve şahsi menfaatlerini Allah rızası için feda eden fertlerle mümkün olacağını belirtir.[4]
Güzel ahlakın tesisi ve erdemli insanın gelişimi, içinde yaşanılan toplumun anlayışına, hayat tarzına, ahlakî değerlerin toplum nezdindeki önem ve önceliğine bağlıdır. Değerlerin yozlaştırıldığı, önem ve önceliğinin yok edildiği toplumda erdemli insan nefes alamaz. Zaten ahlaken gerilemiş yani “hulk-ı kabih” olarak görülen her türlü kötülüğün revaç bulduğu ve bunların tiryakisi olan toplumlar, erdemli insanların aralarında bulunmasını istemezler. Onların hiçbir şey yapmadan kendi hâllerinde yaşamaları bile kötü ahlaklı kişiler tarafından kabul edilebilir değildir. Hele bir de erdemli insanların toplumun ihyası için çalışması ve güzel ahlakı ikame etme gayretleri onları tamamıyla kendilerine düşman hâline getirir. Sokrates’i yetmiş yaşında idam sehpasına götüren bu kirli düşüncelerdir ki onu, “Toplumda gençleri zehirliyor ve kötü yola sevk ediyor; tanrılarımıza da tapmıyor.” diyerek suçlamışlardır.
İçinden geçtiğimiz süreç bir nevi çöküş ve çözülüş sürecidir, zira en başta güzel ahlakın kaynağı olan iman ve İslam, kastî olarak tırpanlanmıştır. Güzel ahlak adına ne varsa hemen hepsi değersizleştirilip yerine fena huy diye tabir edilen, menfi tavırlar ve ahsen-i takvim sırrına uygun olmayan hâl ve davranışların revaç bulması teşvik edilmiş ve zemini hazırlanmıştır. İşin en acı ve ibretlik tarafı ise bu yüz karası oyunu gönüllü olarak kanaat önderleri, diyanet ve din görevlileri, akademik unvanlara sahip insanlar üstlenmişlerdir.
Hizmet Hareketi’nin ilmek ilmek işlediği, emek emek yetiştirdiği erdemli insan tipi bütün toplum nezdinde değersizleştirilmeye, ötekileştirilmeye, yokluğa ve ademe mahkûm edilmiştir. Belki de tarihin hiçbir devrinde din, İslam ve ahlak adına böyle bir çöküş yaşanmamıştır. Bu kadarı ne Ebû Cehil’de görülür ne de Moğol işgalinde yaşanmıştır. Haçlı orduları da böylesi manevi bir saldırıda bulunmamıştır. Üstad Bediüzzaman hazretleri, İkinci Lem’a’nın Beşinci Nüktesi’nde “Asıl musîbet ve muzır musîbet, dine gelen musîbettir. Musîbet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.” demiştir. Bu süreçte dine gelen musibetler hariçten değil, dahilden gelmiştir; münafıkça hazırlanan fitne planlarının ve stratejilerinin uygulanması ile cahili de âlimi de esir alınmıştır.
Sokrates ise büyük musibetin ölüm değil kötülük olduğunu vurgulamıştır; “Ölümden sakınmak o kadar zor değildir, zor olan kötülükten sakınmaktır; çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar.” Zira ölüm bireyseldir kötülük ise hızlı ve geniş bir şekilde tüm toplumun çöküşüne sebep olan bir felakettir.
Bugün dünyanın gözü önünde bu fitneye karşı duran Hizmet Hareketi ise sergilediği tavır ve davranışları ile takdir toplamaktadır. Allah’ın izni ve inayetiyle bu haklı davalarında muvaffak olacaklardır. Yazımızın başında “erdemli insanın ölümü” şeklinde mevcut durumu ya da süreçte yaşanılan olayın vahametini, yani depremin şiddetini tarif etsek de zulmün devam etmeyeceği, her devirde erdemin ve erdemli insanın galip geleceği herkesin malumudur.
Bu süreçten çıkış yolunun sırrını ve müjdesini Cenab-ı Hak (celle celâluhu) Asr sûresinde vermiştir. “Yemin olsun asra (hadiselerle yüklü zamana, bilhassa onun son parçasına): Şurası bir gerçek ki, hüsrandadır insan. Ancak iman edip, imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine (musibetler, Allah yolunda başlarına gelenler, Dini yaşama ve nefsin, şeytanın günaha teşvikleri karşısında) sabretmeyi tavsiye edenler müstesna.”[5]
Kaynaklar
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 381.
[2] N. M. Omay, Aristoteles’te İnsanın Nihai Amacı, Doktora Tezi, İstanbul Üni., S.B.E, Felsefe ABD, İst. 2010. http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/47436.pdf
[3] Farabi, El-Medînetü’l-Fâzıla.
[4] İbn-i Haldun, Mukaddime.
[5] Ali Ünal, Asr Sûresi Açıklamalı Meali.