Yorgun bir akşamüstü. İş çıkışı annem arıyor. Babam ortalıklarda yokmuş. Yine eve gitmemiş.
“Ben alır gelirim.”
Ağlıyor annem. Yine… Gözyaşlarımız diner mi? Ah bir bilsem…
Kimimiz uçup gitti bu diyarlardan. Kimimiz kendine yeni bir hayat kurdu. Kimimiz tutunamadı. Cezaevleri hâlâ… Yeni bir hayat kuranımız da tutunamayanımız da cezaevinde gün sayanımız da yarım, eksik. Ölü değiliz ama diri de değiliz. Yaşamak denirse yaşıyoruz da. İşte öyle…
Okulun duvarından atlıyorum. Her yer karanlık. Çevrede kimseler yok. Beni burada bu saatte görseler kesin “hırsız” derler. “Bir hırsızlığımız kalmıştı.” diyeceğim ama…
Babamı da… Burada görseler…
İleride bir karaltı… Yere çökmüş. Bir gölge. Yavaşça yaklaşıyorum.
Babam limon ağacının boş kalan yerine çökmüş, öylece bakıyor. Hayalet gibi. Beni fark etmiyor bile.
– Baba, selamünaleyküm.
Şaşırıyor babam. Bilmem kaçıncı kez şaşırıyor beni burada görünce.
– Aleykümselam, Esat sen misin?
– Benim baba.
Yanına çöküyorum. Okula bakıyor. Dalmış gitmiş. Nasıl çıkacak, bilmiyorum.
– Neredesin baba yahu? Merak ettik.
– Esat, limon ağacı yok. Kesmişler.
– Evet, baba. Kesmişler. Ne istemişler ağaçtan!
– Ben diktim ya. Ondan herhalde. Hadi bize yaptıklarını anladık da ağaçtan ne istediler?
– Zulüm baba! Ne isteyecek!
– Zulüm ya!
Bu konuşma hiç geçmediyse on beş yirmi kere geçti aramızda. Bilmiyorum daha ne kadar geçecek! Daha ne kadar kanayacak yaralarımız?
– Esat, limonu diktiğim günü bildin mi?
– Yok, baba. Ben daha küçükmüşüm o zaman.
İnşaat bitmek üzereydi. Kabayı tamamlamıştık. İnce işçiliği yapıyoruz ama hepimiz çalışıyoruz. Öğretmenler, Müdür Yardımcısı Ferhat Hoca, Müdür Bey…
– İşçi bulamadınız mı baba?
İşçi değil mesele. Para yok. Üç beş esnafız. Etimiz ne budumuz ne demedik. Demezdik. Babamın gözleri ışıl ışıl anlatırken. Yeniden yaşıyor. Anlat baba, anlat.
– İşçi var da evladım para yok. Üç beş esnafız altı üstü. Kuruduk kaldık. Çaresizlikten deliye dönmüşüz. Geldi arkadaşlar. Tayinleri çıkmış. Çıkmış da okul yok! Birkaç gün geldi gitti arkadaşlar. Baktılar olmayacak.
“Abi, biz ne güne duruyoruz? Çalışırız.” dediler.
İlk damla düştü babamdan. Karanlıkta parladı. Gözünün kenarından süzüldü. Hapishanede ağaran sakallarına indi. Anlatsın, anlatsın da rahatlasın. Yoksa bu dert…
– Öğretmenler mi dediler?
– Hepsi! Öğretmen, müdür, muhasebeci… Evlerini de getirmediler. Okul inşaatında yatıp kalktılar. Bir pazar günü. Sabah erkenden geldim. “Pazar çalışmayalım, dinlenelim.” demişiz. Sürpriz yapacağım güya. Onlara kahvaltı hazırlayacağım. Öyle kuruyorum. Pazar sabah bir geldim. Kalkmış çalışıyorlar. Tatil falan hak getire. O gün dedim “Bu insanlarla yola çıkılır.” Yine kahvaltı hazırladım. Semaverde çay yaptım. Yanımda bu limon fidanını da getirmişim. Dediler “Hacı Abi, burada limon olur mu?” “Edebiyat hocasından duvarcı ustası oluyorsa limon da olur.” Büyüdü de limon! Mevsiminde çiçek açardı ama o kadar. O çiçek açsın, bana yeter. Yeterdi de işte garip limon çiçeğine bile tahammül edemediler.
– İnşaat ne zaman bitti?
– İşçi masrafından kurtulduk. İzmir’e gittik. İstanbul’a, Antep’e, Kayseri’ye derken malzemeyi denkleştirdik. Arkadaşların da maşallahı vardı. Hepsi birer usta oldu çıktı. Dört ayda açacak kadar tamamladık. Okulu açtık ama hafta sonları bir zaman daha çalıştık. Öyle öyle güzel bir okul oldu. Buranın ilk koleji. Benim limon ağacı da tuttu. Bir boy attı ki sorma. Ama işte bak ne oldu? Ne yaptılar görüyor musun Esat? Onca çalışma, emek…
– Boşa mı gitti diyorsun?
– Haşa! Boşa mı gider! Biz Allah rızası için çalıştık. O da razı olur inşallah. Yoksa kolej bizim neyimize? Allah razı olsun, yeter.
– Ben, bire başladığımda o öğretmenlerin çoğu gitmişti değil mi?
– 3-4 yılda bir tayin oluyorlardı zaten. Burayı ben yaptım. Burası benim mülküm, demek yok. Gittiler.
– Neredeler acaba?
– Biriyle hapishanede karşılaştık biliyor musun Esat?
– Allah Allah! Bunu hiç anlatmamıştın.
– Matematikçi Şeref Hoca. Yan koğuşta epey yattı.
– Benim öğretmenimin eşi Şeref Hoca değil mi baba o?
– Doğru. Senin hocanın, Sultan Melahat Hoca’nın eşi. Sınıfta doğum yapacaktı neredeyse. Hatırladın mı?
– Unutulur mu? Biz ikinci sınıftık. Rapor falan almamış mıydı baba?
– Ne raporu oğlum! Durmak dinlenmek bilmezdi insanlar.
– Ee!
– Sınıftan hastaneye götürdüler. İki üç gün dinlendi. Çıktı geldi. Yahu kızım git dinlen! “Yok, çocuklar ne olacak?” Senin beben var. Onu da okula getirdiler. Böylelikle kreş açtık. Melahat Hoca’nın kızının vesilesiyle.
– Canını pazarda mı bulmuştu bu insanlar?
– Böyleydi vallahi Esat. Okul inşaatında amelelik yapan öğretmenin karısı işte. Ötesini sen anla. Eskisi de böyleydi, yenisi de. Son müdürü bilirsin zaten.
– Mehmet Bey’i?
– Son zaman bir gün akşam çarşıda gördüm. Deli gibi dolaşıyor. Rengi benzi uçmuş. Eli ayağı titriyor. “Hocam bu ne hâl?” dedim. “Hacı Abi, okul!” diyor, başka bir şey demiyor. Kenara çektim bunu. “Hayırdır hocam?” “Hacı Abi okul, diyor!” Öğleden beri ortalıklarda sarhoş gibi dolaşıyormuş. “Hacı Abi eve gideyim diyorum, hatırlayamadım.” dedi.
– Neyi?
– Okulu benim yüzümden kapatacaklar diye adam sıkıntıdan evinin yolunu bulamamış. Görüyor musun adamı?
– Mesele neymiş?
– Ne olacak! Bir evrakta yanlışlık olmuş. Milli Eğitim Müdürü olacak alçak zaten bahane arıyor. “Kapatacağım okulu!” demiş. O garip de üç senedir oturduğu evin yolunu unutmuş.
– Böyle adam gelir mi bir daha buralara?
– Gelir mi oğlum? Eskiler epey maaşsız çalıştılar. Son zamanları deme zaten! Yezid’in düşünemediği yezidliği yaptılar. Yazıklar olsun!
Babam salıverdi kendini. Ağladı, ağladı. İçim kıyılıyor. Elimle sildim gözlerini. Gözyaşları sıcak. Ateş gibi! Ah babam benim! Ah babamın güzel hayalleri… Heyecanla bir daha açtım önünü. Anlat baba. Anlat ki aksın içinin zehri.
– Baba, geçen hafta Nusret’i gördüm. Rahmetli Mikail Amca’nın oğlu var ya! Sana çok selam söyledi.
Gözlerini sildi babam. Aciz bir çocuk gibi burnunu çekti. Sesi kırılıyordu!
– Aleykümselam.
Bir gözyaşı nöbeti daha tuttu.
– Mikail Abim benim. Bir zaman yine sıkışmışız. Gerçi hiç bolluk görmedik ya! Tam belimizi doğrulttuk derken “Hacı Abi yurt!” “Hacı Abi dershane, ek bina!” Maşallahları vardı.
– Mikail Amca, diyordun.
– Evet, sıkışmışız. Maaş veremiyoruz. Bir gün telefon etti. “Gel, beni al. Okula bir varalım.” Ben Allah var sanayide sandım arabayı. Okula gittik. Yüklü para. Çıkardı verdi. Bunlar maaşlar. Hemen bugün dağıt! “Mikail Abi, hayırdır!” “Sus!” dedi. Kimselere görünmeden çıktık. “Ee Mikail Abi, bu ne?” Yemin verdirdi.
– Niye?
– Arkadaşlar maaş alamıyorken araba bana haram, demiş. Sen arabayı sat. “Hay mübarek!” dedim.
– Mekânı cennet olsun.
– Bu okul böyle durdukça ben Mikail Abi’nin mezarına da gidemiyorum Esat.
– Senin ne suçun var baba?
– Onu bilmem de işte! Anahtarını elimle verdim.
– Vermeyip de ne yapacaktın Allah aşkına?
– Ölseydim. Şu okulun bir köşesinde yığılıp kalsaydım. Elimle vermeseydim okulu.
Babam başını önüne eğmiş, içli içli ağlıyordu. Keşke. Keşke bir şeyler yapabilseydim. Kalktım. Babama sarıldım.
– Hadi baba. Annem merak etmiştir.
Babam derin derin nefes alıyordu. Bir an korktum. Ayağa kalktık sonra. Beton duvarın üstünden atladık. Koluna girdim.
– Baba!
Yüzüme baktı. Karanlıkta yanağından süzülen inciler parlıyordu.
– Baba, Allah nasip etsin! Ne okullar kurarız daha.
Gülümsedi babam. Hoşuna gitti söylediğim. İleri baktı.
– Kurar mıyız? Ne dersin?
– Kurarız be baba! Daha güzellerini hem de!
– Gerçekten mi diyorsun? İnanıyorsun yani.
– Yeminle söylüyorum. İnanıyorum tabii.
– Ben görmem belki!
– Tövbe estağfirullah! Beraber açacağız. Nereye gidiyorsun? Bir sürü iş var. Yok öyle kaçmak!
Çok sevindi babam. Birden gevrek gevrek güldü.
– Senin adına da bir okul açarız.
– Sakın! Sakın öyle bir şey yapma!
– Şaka yaptım. Şaka…
– Açacağız ama değil mi?
– Bir sürü açacağız baba. Bir sürü. Sen hiç merak etme.
– Limon ağacı da dikelim.
– Hepsinin bahçesine birer limon. Söz veriyorum baba. Söz!
Nasıl sevindi babam. Elini omzuma attı. İki arkadaş gibi yürüdük.
– Esat, dedi. Ben gözüme bir iki arsa kestirdim zaten. Yarın bir bakalım onlara!