Sürgünde Bilim Yapmak

İstanbul Üniversitesi’nin batılı tarzda bir eğitim vermesi 1846 yılında isminin Dârülfünûn” şeklinde değiştirilmesi ile başlamış olmasına rağmen; geleneksel medrese tarzında eğitim verdiği dönem de geçmişine dâhil edilir. Bu resmî kabule göre İstanbul Üniversitesi; 30 Mayıs 1453’te, “Medâris-i Semâniye ve Fatih Dârüşşifâsı” ismiyle Fatih Sultan Mehmed tarafından açılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin ilk yükseköğretim müessesesi olan ve “Felsefe ve Edebiyat”, “Tabiî İlimler” ve “Matematik ve Hukuk” olmak üzere üç şubeden oluşan Dârülfünûn; “Fenler evi” ya da “Bilimlerin kapısı” anlamına gelmektedir ki bu isim Dârülfünûn’u medreselerden ayıran en belirgin özelliktir. 1845 yılında Sultan Abdülmecit’in isteği doğrultusunda, “Meclis-i Muvakkat-i Maarif” (Geçici Eğitim Meclisi) tarafından hazırlanan eğitim programı çerçevesinde, Meclis-i Vâlâ tarafından onaylanarak açılan Dârülfünûn, başlangıç safhasında modern tahsil görmüş ve Osmanlı bürokrasisinde görev yapacak memurlar yetiştirmeyi hedeflemiştir. Sistem olarak askerî hedefli eğitim modernleşmesinden sivil hedefli eğitim modernleşmesine geçilmiş olması en önemli farkıdır.

1846’dan Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar olan bu dönemde İstanbul Üniversitesi’nin aldığı isimler şu şekildedir: Dârülfünûn-i Osmânî (1869), Dârülfünûn-i Sultânî (1873), Dârülfünûn-i Şâhâne (1900), İstanbul Dârülfünûnu (1924). Bu son isim bizzat TBMM tarafından tanınmış ve ilerleyen yıllarda gelen inkılaplara göre eğitim tarzını sürekli yenilemiştir. İstanbul Dârülfünûnu ismiyle geçen dokuz yıllık geçiş döneminden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından alınan kararla, 31 Temmuz 1933’te kapatılan Dârülfünûn’un yerine 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kurulur. Aynı yılın Kasım ayında Türkiye’nin “ilk ve tek üniversitesi” olarak eğitim vermeye başlar.

İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki ana külliyesi daha önce Harbiye Nezareti olarak kullanılmaktaydı. 12 Eylül 1923 tarihinde bu bina İstanbul Üniversitesi’ne verilmiştir. Üniversitenin bir anıt mahiyetindeki kapısı, Türkiye’de sadece İstanbul Üniversitesi’nin değil, aynı zamanda “üniversite” kavramının da sembolü olmuştur. Üniversiteye girmek demek, hayallerde biraz da bu kapıdan içeri girmek demektir, aslında. Bu kapı bilindiği üzere Osmanlı Harbiye Nezareti’nin kapısıdır. Kapının üzerindeki tuğra ve kitabe 19. yüzyılın büyük hattatlarından Mehmed Şefik Bey tarafından yazılmıştı. En üstte Sultan Abdülaziz’in tuğrası bulunurken, ortada celî sülüs yazıyla “Dâire-i Umûr-i Askeriyye”, kitabenin sağında ve solunda ise Fetih Sûresinin birinci ve üçüncü ayetleri yazılıdır. Cumhuriyet’in 10. yılında yapılan üniversite reformu, hükümet tarafından Türkiye’ye davet edilen Cenevre Üniversitesi öğretim üyesi Albert Malche’ın hazırladığı rapor göz önünde tutularak gerçekleştirilir.

İstanbul Üniversitesi’nin ilk rektörü Ord. Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp olur. İlk Tıp Fakültesi Dekanı Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam, ilk Fen Fakültesi Dekanı Ord. Prof. Dr. Kerim Erim, ilk Hukuk Fakültesi Dekanı Ord. Prof. Dr. Tahir Taner, ilk Edebiyat Fakültesi Dekanı ise Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü’dür.

1933 yılında çok önemli bir kararla İstanbul Üniversitesi’nde bir form değişikliğine gidilerek, inkılapları benimsemeyen Dârülfünûn dönemindeki 151 hocanın 92’sinin devre dışı bırakılması planı gündeme geldi. Gerekçe olarak yeni bir anlayışla yola devam edebilmek için taze bir kana ihtiyaç var denildi. Bu taze kan iki yoldan sağlandı: Birincisi Hitler’in Nazi zulmüne maruz ve Almanya’yı terk etmek zorunda kalan bilim insanlarının Türkiye’ye davet edilmesiyle, ikinci olarak da Cumhuriyet Türkiye’sinin 1929’lardan itibaren yurtdışına çoğu Fransa ve Almanya’ya doktora için gönderdiği yerli insanların geri çağrılmasıyla ilk kadrolar teşkil edilmeye çalışıldı.

Bu dönemde Albert Einstein da Türkiye’ye mektup yazarak “Fizik, tıp ve tabiî ilimler üzerine çalışan 40 kadar profesörün ilmî araştırmalarını sürdürmek için Almanya’dan Türkiye’ye gelmeleri için izin müracaatının kabulünü” talep ediyordu. Bahsedilen kişilerin, Almanya’da mevcut kanunlar sebebiyle mesleklerini icra edememekte olduklarından, çoğunun geniş tecrübe, bilgi ve ilmî liyakat sahibi bulunduğu için, yeni bir ülkeye yerleştikleri takdirde çok yararlı olacaklarını ispatlayabilirler.” şeklinde düşüncelerini dile getiriyordu.

Almanya’dan gelen bu hocalar Türkiye’de edebiyattan mühendisliğe, hukuktan iktisada, tıptan, müzikten güzel sanatlara, ziraata kadar birçok alanda fakültelerin, enstitülerin, kürsülerin, kliniklerin, laboratuvarların ve kütüphanelerin kurulmasını sağladılar. 1933 yılı sonunda İstanbul Üniversitesi’ndeki yabancı bilim insanları; 38 ordinaryüs profesör, 4 profesör ve 43 asistan olmak üzere toplam 85 kişi ile o zamana kadar yükseköğretim tarihinde rastlanılan en yoğun akademik kadrosu sağlanmıştır. Daha sonra gelenlerle beraber 190 Alman akademisyen Türkiye’de vazife yapmıştır.

Ünlü cerrah Rudolf Nissen 1933 yılında 37 yaşında Ordinaryüs Profesör unvanıyla İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi 1. Cerrahi Kliniği’ne direktör olarak tayin edilmiştir. 1939 yılı sonuna kadar Cerrahpaşa Cerrahi Kliniği’nde çok verimli çalışmalarda bulunmuş, yeni ameliyat teknikleri ve yetiştirdiği cerrahlarla Türk cerrahisine katkı sağlamıştır. Türkçe ve Almanca dört cerrahi kitabının yanı sıra 62 Türkçe bilimsel yayını da bulunmaktadır. Dünyada ilk defa yaptığı yeni ameliyat teknikleriyle o dönemde bir efsane olmuştur. Ord. Prof. Dr. Erich Frank da Türkiye’de iç hastalıkları alanında çalışmış ve bu döneme adını yazdırmış meşhur hekimlerdendir. Çeyrek asırlık yoğun bir çalışma ile Türkiye’de çok sayıda öğrenci yetiştirdi.

Fen Fakültesi’nde görev alan yabancı bilim insanlarının önde gelenlerinden biri de Richard Edler von Mises’tir. Berlin Üniversitesi’nden gelerek 1930’lu yıllarda ihtimaller hesabı alanında ve hatta uygulamalı matematiğin hemen hemen bütün dallarında dünya çapında bir otorite olan Mises, Kerim Erim ile Matematik Enstitüsü’nü yönetmiştir.

Türkiye’de zoolojinin babası olarak kabul edilen Curt Kosswig (1903-1982) genetik, balıklar ve amfibiler başta zoolojinin çeşitli dallarındaki çalışmalarıyla Türkiye’de modern zoolojiyi kurarken 18 doktora öğrencisi de yetiştirmiştir. Manyas Kuş Cennetini keşfeden Kosswig’in doktora öğrencisi Prof. Dr. Muhtar Başoğlu, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi’nin kurucusu üç hocadan biridir. Prof. Dr. Muhtar Başoğlu’nun son doktora öğrencisi ise amfibiler konusunda uzman olan ve yazdığı taksonomik zooloji kitabıyla hayvan sistematiğinin yorumuna yeni bir bakış getiren Prof. Dr. İrfan Yılmaz’dır. Kaderin garip cilvesi Hitler’in zulmünden kaçan hocasının hocası Kosswig’in yaşadığının tam tersini yaşamış, Kosswig’in ülkesine sığınmak zorunda kalmıştır.

Edebiyat Fakültesi’ndeki mülteci bilim insanlarının felsefe, filoloji, oryantalistik ve pedagoji dallarında önemli katkıları olduğunu görmekteyiz. Hukuk Fakültesi’nde görev alan ünlü yabancı bilim erbabı arasında yer alan Ernst Hirsch, Türk hukuk bilimi, hukuk pratiği ve kanun hükümleri için olduğu kadar, bütün Türk bilimsel düşünüşü içinde Hirsch’in önemli bir yeri vardır. Hirsch’in birçok kanunun çıkarılmasında büyük payı vardır. Ayrıca 1946’da çıkarılan ve Özerklik Kanunu diye anılan önemli Üniversite Kanunu’nda da katkısı bulunmaktadır.

İktisadi ve İçtimai İlimler Enstitüsü’nde ve sonrasında İstanbul Üniversitesi’nin beşinci fakültesi olarak kurulan İktisat Fakültesi’nde görev almış olan yabancı bilim insanlarından; Ord. Prof. Dr. Fritz Neumark (1900-1991), Ord. Prof. Dr. Alexander Rüstow (1885-1963), Ord. Prof. Dr. Wilhelm Röpke (1899-1966), Ord. Prof. Dr. Josef Dobretsberger (1903-1970), Ord. Prof. Dr. Umberto Ricci (1879-1946), Ord. Prof. Dr. Alfred Isaac (1888-1956) ve Ord. Prof. Dr. Gerhard Kessler (1883-1963) ülkemizde sosyal politikaların gelişimi adına ciddi  katkıda bulunmuşlardır.

Yükseköğretimi gerek eğitim gerekse teşkilat yönünden yenileyen bu yabancı bilim erbabının çalışmaları sonucunda eğitim ve öğretimde modern teknikler kullanılmaya başlanmış, üniversite ders kitapları ve kütüphanedeki kitap ve süreli yayın miktarı arttırılmıştır. Ayrıca tercüme ve telif yeni eserler de bu yabancı bilim insanları tarafından yükseköğretime kazandırılmıştır.

Nazi zulmünden kaçan bu sürgün Alman bilim insanları, Malche’ın tavsiyeleri doğrultusunda; dersin serbest ortamda ve normal konuşma şeklinde anlatılması, derste günlük hayattan örnekler verilmesi ve hocanın öğrenciye, öğrencinin hocaya sorular sorması suretiyle hem hocanın hem de öğrencinin aktif olmasını sağlayan bir yöntemin kullanılmasında öncü rol oynamışlardır. Yine profesörlerin, öğrencileri konuşmaya, düşünmeye ve araştırma yapmaya alıştıran modern aktif öğretim yönteminin önemli unsurlarından olan pratik çalışma ve seminer çalışmalarının etkin bir şekilde uygulanmasında, bir öğretim yöntemi olarak yerleşmesinde, büyük hizmetleri olmuştur. Dârülfünûn’un mirası olarak yabancı bilim insanlarının katkıları ile açılan İstanbul Üniversitesi’nin hocalarının daha sonra Afganistan, Şam, Bağdat gibi yerlerde kurulan üniversitelere öncülük etmesi de ayrıca vurgulanması gereken bir husustur.

27 Mayıs 1960 tarihinde meydana gelen askerî darbenin arifesinde dönemin hükümeti tarafından hazırlanan bir kanun ile 147 akademisyen ülkenin farklı üniversitelerinden uzaklaştırılmıştır. İstanbul Üniversitesi’nden uzaklaştırılan hocalar arasında Prof. Dr. Fuat Sezgin hocanın ismi de bulunmaktadır. Fuat Sezgin Hoca, 1961 tarihinde Almanya’ya göç eder ve Frankfurt Üniversitesi’nde Bilimler Tarihi Enstitüsü’nde misafir hoca olarak göreve başlar. 1965’te aynı üniversitede profesör olur ve sürgün edilip göç etmek zorunda kalan akademisyen olarak Alman üniversite hayatına ciddi katkılarda bulunur. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde Arap-İslam Bilimler Tarihi Enstitüsü’nü, Frankfurt’ta Arap İslam Bilimler Tarihi Enstitüsü Müzesi’ni kurar.

Türkiye darbeler tarihi de üniversitelerden akademisyenlerin tasfiyesi ile malul olup Hitler dönemi Nazi Almanyası ile benzer uygulamalar; bugünkü Türkiye’de üniversitelerden Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile atılan, tehdit edilen ve sürgüne tâbi tutulan, ayrıca hiçbir yerde çalışmalarına müsaade edilmeyen 7000’den fazla profesör, doçent, doktor ve öğretim görevlisine yapılmaktadır. Bu uygulama üniversiteye adını veren, hür düşünce ve özgürlüğün katledilmesini eleştirileri ile engellemek ve iktidarın özgürlükleri kısıtlayıcı politikalarına karşı çıkma potansiyeli olan kişilere bir gözdağı verme ve caydırma maksadını taşımaktadır.

Hürriyet düşüncede başlar. Düşüncede başkalarının kölesi olan insanların hür olmasından söz edilemez. Zulmün sonucu oluşan beyin göçü ile özellikle hür düşüncenin merkezi olan üniversiteler yetim kalmakta; Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi ile ABD, Kanada gibi ülkelere göç etmek zorunda kalan çok sayıda akademisyen, İstanbul Üniversitesi’nin kuruluş örneğinde olduğu gibi, kendi ülkesi için değil, sığındıkları ülke adına birer değer hâline gelmektedir.

Kaynaklar:

  1. Ekmeleddin İhsanoğlu, “Dârülfünûn”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, İstanbul 1993, s. 521-525.
  2. Pelin Arslan, 1933-1950 Yılları Arasında Türkiye’ye Gelen Alman İktisatçılar: Gerhard Kessler’in Türkiye’de Sosyal Politikaların Gelişimine Katkıları, İstanbul Maltepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2019.
  3. Yücel Namal, “Türkiye’de 1933–1950 Yılları Arasında Yükseköğretime Yabancı Bilim Adamlarının Katkıları”, Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, Cilt 2, Sayı 1 (2012), Bülent Ecevit Üniversitesi Yayını, s. 14–19.
  4. İstanbul Üniversitesi web sayfası, “Tarihçe”.
  5. Widmann, H. (2000). Atatürk ve Üniversite Reformu, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Bu yazıyı paylaş