Öğretmen olmak, minik yüreklere dokunabilmekti çocukluk hayalim. Rabbim duamızı kabul etti; öğretmen olmayı nasip etti. Büyüğümüzün, “En büyük amelim niyetim, niyetimi amel kabul etmen de en büyük emelim. Yaptıklarım ölçüsünde değil, yapmaya niyet ettiklerim ölçüsünde teveccühüne talibim Allah’ım!” sözü yolumu aydınlatan düstur olmuştu.
Önce bir dershanede Türkçe öğretmenliği, sonra bir özel okulda sınıf öğretmenliği ile devam eden meslek hayatım, malum o temmuz ayındaki “tiyatro”ya kadar sürdü. Dört gün sonrasında çalışma izinlerimiz iptal edildi ve hiçbir yerde çalışmamıza izin verilmedi. Bir arkadaşın arayıp o meşum haberi verişini hâlâ unutamıyorum. “Duydun mu, çalışma iznimiz iptal edilmiş!” Sakince, “Evet duydum.” dedim. “Arkadaş, anlamıyorsun galiba, artık hiçbir yerde çalışamayız!” dedi. “Evet anlıyorum.” sözleri döküldü dilimden. Rabbim rızka kefil değil mi? Bu duygunun rahatlığı içinde, “Sabır, musibeti ilk duyduğun anda göstereceğin metanettir.” hakikati ile hareket etmeliyim, diye geçirdim içimden. Hepimizi belirsizliklerin hâkim olduğu zorlu bir süreç bekliyordu.
Birkaç yıl önce gördüğüm bir rüya, metanetli hareket etmemde etkili olmuştu. Rüyamda kara kuru insanlar bizi kovalıyor. Kaçıyoruz, kaçıyoruz ta ki bir yere kaçamayacak hâle gelip takatimiz kesilinceye kadar. Ölüm korkusu benliğimizi sardığı anda birden arkadan lavların göklere yükseldiğine şahit oluyorum. Birazdan lavların altında kalıp yanarak yok olmak korkunç bir kâbus… Aman Allah’ım, ne kötü bir akıbet!
Rabbimin inayeti imdada yetişiyor o anda. Göklere yükselen lavlar o ucube insanları yutuyor, bize yaklaştığında sönüyor. Onlar helak olurken sönen lavların serinliğini dizlerimizde hissetmiştik. Tevili herkesçe malum; bir büyük felaket yaşanacak, niceleri gayyaları boylarken Allah yolunda olanlar serinlik ve selamet bulacak inşallah. Tabiî şu an tarifi imkânsız nice acıları görünce bunu kolayca söyleyebilmek çok zor olsa da akıbet ve ahiret adına hayır olacağına dair ümidimiz hiçbir zaman sarsılmadı.
İki hafta sonra bir büyüğümüz ziyaretimize geldi. Sabır ve teenni tavsiyesinden sonra bir miktar para takdim etmek istedi. Yaşadığımız hadisenin şokunu atlatamamıştık. Birçok arkadaşımız bir sonraki ayın ev kirasını nasıl öderim derdine düşmüştü. “Abi, ben bugün siftah yaptım. Özel derse başladım ve bugün bir aylık ücretimi peşin aldım. Siz onu başka ihtiyaç sahibi kardeşlerimize verin.” dedim. “Bir ailenin iaşesi için ortalama ne kadar gerekiyor.” diye sorduğumda ise “Yaklaşık 1500 TL” cevabını aldım. İçimden, “Allah’ım bana da her ay bir aileye bakacak şekilde ekstra kazanç nasip eyle!” diye dua ettim.
Kısa zamanda özel derslerin sayısı arttı. Hatta haftanın yedi gününü doldurdum. Ayrıca gündüzleri bir özel okulda danışmanlık yapıyor, kimi ailelerin çocuklarını da o okula götürüp getiriyordum. Her ay, kendime söz verdiğim 1500 lirayı da yardım olarak veriyordum. Bir o kadar da ailem için ayırıyordum. Malum “cadı avı” hız kesmeden devam ediyor, gönül dostlarımın kapılarını davetsiz misafirler bir bir çalıyordu ve çoğunun yolu Medrese-i Yusufiye’ye uğruyordu. Bir aralık ayı akşamında, eşime yine dün taahhüdümü verdiğimi söyleyince “Bize biraz daha ayırsan.” dedi, ana yüreği şefkatiyle evlatlarını düşünerek. Bense, bu kadar ihtiyaç sahibi varken bencillik edip kendimizi düşünmenin doğru olmadığı kanaatinde olduğumu söyledim. Zaten yıllarca etrafımızdakilere demiyor muyduk: “Siz verin; verdikçe Allah daha çok verir.” Tabiî söylemediğimiz ama bilinen bir hakikat daha vardı: “Vermezseniz de Allah bir şekilde onu sizden alır. Çünkü onda yetimin, mazlumun hakkı vardır.”
Birkaç gün sonra sabah İstanbul’da çok çetin bir ayaz oldu. Yerler buz tutmuş, birçok araba kaza yapmıştı. Benim emektar da sabah çocukları okula götürürken teklemeye başladı. Hararet göstergesi aşağı yukarı inip çıkıyor, araba biteviye titriyordu. Çocukları da yolda bırakamazdım. Maalesef oradan otobüs de geçmiyor. Bu hâlde yaklaşık 20 kilometrelik yolu kat ettim. Tamirci üç dört kilometrelik mesafedeydi. Bu şekilde tamirhaneye kadar gidebildim. Tamirci; “Hocam şanslısın. Motor yanabilirdi. Motor bozulsaydı 1500 lira masrafın olurdu. Arabayı da birkaç gün burada bırakmak zorunda kalırdın.” dedi. İki gün önceki diyalog canlandı zihnimde; eğer gönül rızası ile vermeseydim o para elimden bir şekilde çıkacaktı. Rabbim gönül rızası ile verebilmeyi nasip etmişti.
Zamanla birtakım sıkıntılarla bizim de yolumuz kesişti. Birileri yeni çalıştığım okulla ilgili şikâyette bulunmuş. F…ler bu okulda çalışıyor, demişler. Maalesef oradan ayrılmak zorunda kaldık. Özel derslerde de azalma oldu yaza doğru. “Yine de hayırdan dur olmamalı, ben kendim veremesem de o miktarı bulmalıyım.” diyordum ve Rabbim fazlasıyla nasip ediyordu. Bir keresinde arabanın tamiri için ustaya gitmiştim oğlumla beraber. Abimizin odasında çay içip muhabbet ederken bir ara arkadaki bal kavanozlarına gözüm takıldı. “Hayırdır abi, bal işine de mi girdiniz?” dedim. “Yok hocam onlar bana ait değil. KHK’lı bir kardeşimiz memleketinden getirip satıyor. Kendisine, benim dükkâna da koyabilirsin.”dedim. “Ben de bir kavanoz alayım.” dedim.
Yolda giderken oğlum, “Baba, bir kavanoz bala 50 lira verilir mi? Sen onu marketten 10-15 liraya alıyorsun.”dedi. Kendisine, “Oğlum, biz sadece bal almıyoruz. Bir kardeşimize yardımcı oluyoruz. Unutma ki biz Allah adına birine yardımcı olursak, bir şeyler verirsek Allah daha fazlasını verir.” diye karşılık verdim. Bir akşamüstü arabama bindiğimde elimi cebime attım ve bir tomar para gördüm. Baktım 1000 lira. Oğlum da yanımdaydı, “Ver baba, ben de sayayım.”dedi. Sonra da “Baba, ‘Biz verelim Allah da verir’ demiştin ya. Tam 20 katını verdi Allah!” diye hayretini ifade etti. Parayı kimin koyduğunu öğrenebilmek için bir hayli çaba harcadım. Sonunda bir arkadaşımın koyduğunu öğrendim. Arkadaşım parayı kabul etmeyeceğimi düşündüğü için fark ettirmeden cebime koymuş. Rabbimin inayeti lütuflar şeklinde tezahür ediyordu. Biz O’na karşı layığınca kulluk vazifemizi yerine getiriyor muyuz, diye düşündüm. Hocaefendi’nin Yusuf sûresinin tefsirinde vurguladığı ihsan şuurunun, her müminin, üzerinde hassasiyetle durması gereken önemli bir haslet olduğu ortaya çıkıyordu.
Gün geldi ve hemen herkesin kapısına uğrayan davetsiz misafirler bize de geldi… O gece evde değildim ve gelenler eli boş döndüler. Artık hicret kaçınılmaz olmuştu. İçimden heyecanla, “Rabbim bana da hicret nasip edecek misin?” diyordum. “Muhacir olabilecek miyim? Olabilirsem hakkını verebilecek miyim?” Heyecan ve tatlı bir telaşla kısa sürede hazırlıklarımı tamamlayıp yola koyuldum. Biraz meşakkatli bir süreçten sonra asıl hicret diyarım Avusturya’ya gelebildim. Burada beni kamp yeri olarak kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ başına verdiler. En yakın tren istasyonu 5-6 km mesafede idi. Hele ki bulunduğum yerde hiçbir gönül dostumun olmaması gurbet içinde gurbet olmuştu. Belki de kim bilir yalnız, uzlette kalmalıydım. Birkaç yıl öncesinde hemen her akşam bir sohbet ortamında olmak, okulda öğrencilerle, velilerle diyaloglar, hele okulda gerçekleştirdiğimiz birbirinden güzel programlardan sonra tek başına bir dağ başında kalmak kelimenin tam anlamıyla uzletti.
Elbette onun hikmetinden sual olunmaz. Gönül dostlarından uzak, yapayalnız dağ başında hâlinden dilinden anlaşılamayan yapayalnız biri gibiydim. Rabbim bizi buralara boşuna göndermedi, burada ne yapabiliriz fikrini hep canlı tutmalıydı her muhacir geldiği beldelerde bir ışık olabilmek için. Bizim odayı mescide çevirebiliriz, diye düşündüm. Kampta, Türkiye’den bize aşina genç birisi vardı, her ne kadar farklı dünya görüşüne sahip olsa da. “Burada böyle boş boş durup vakit öldürmeyelim. Haydi namaza başlayalım.” dedim ve bir Suriyeli arkadaşı da katarak bizim odada cemaatle namazları kılmaya başladık. Bazı akşamlar çay demleyip bir mütevelli abimizin getirdiklerini ikram ederek tevhit dersleri yapıyorduk, her ne kadar aynı düşüncede olmasak da Üstadımızın Uhuvvet Risalesi’nde anlattığı “nice birlerimiz var” diyerek. Çayın buharıyla birlikte hüznüm de kaybolup gidiyordu. Gam olabilir ama şikâyet asla olmamalı. Hele ki neredeyse bütün hakları ellerinden alınıp tenkile maruz bırakılan kardeşlerim varken…
Çok geçmeden oturum çıktı. Aile birleşimi işlemlerini yaptım. Ama o da zorlu bir süreç oldu bizim için. Özellikle ebedî hayat arkadaşım çok meşakkatler çekti. Ötede belki hepimizin kurtuluşuna yetecek meşakkatler, diyerek hüsnüzan ediyorum. Şimdilerde ise bulunduğumuz yerde her hafta gönül dostları ile bir araya geliyor, Sohbet-i Canan’la beraber Türkiye’deki kardeşlerimizin dertleri ile dertlenmeye çalışıyoruz. Hepimizin temennisi; Rabbimiz bizleri son nefese kadar sırat-ı müstakimden ayırmasın. “Yoldan endişemiz yok, yolda kalmaktan endişemiz var.” şuuru ile hep koşmayı nasip eylesin.