HZ. YUSUF KUYUYA (MI) ATILDI?

Hz. Yusuf Aleyhisselam’ın kıssası Kur’ân-ı Hakîm’de, toplamda on dört sayfa olup en geniş bir tarzda anlatılır. Çocukluğundan Rabb’ine kavuşacağı ana kadar yaşadığı hayat, ilginç bir sunumla en güzel şekilde tablolaştırılır. Bu anlatımda geniş kitlenin zihninde en çok yer eden tablo ise kendisini kıskanan büyük kardeşlerinin onu kuyuya atma hadisesidir. Sayıları elliden fazla olan Türkçe bütün mealler, onun “kuyunun dibine” atıldığını yazar.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Diyanet Kur’ân Yolu Tefsiri, Elmalılı, H. B. Çantay, Ö. N. Bilmen, Süleyman Ateş … ben Suat Yıldırım ve diğerleri. Sadece mealler değil; Maturidî, Beyzavî, İbn Kesir, Nesefî, Ebu’s-Suûd, Ebû Zehre, Haseneyn Mahlûf gibi bazı tefsirler de böyledir.

Bahsi geçen bu kaynaklarda onun henüz çocuk denecek yaşta kuyuya atılmış olduğu anlatılmaktadır. Şayet kaynakların dediği gibi ise, kuyuya atılan bu küçük çocuğun boğulmaktan kurtulamayacağı herkesçe malumdur. Ancak onun boğulmadan kuyunun bir yerine tutunmuş veya suyun olmadığı bir alana düşmüş olması muhtemeldir ki kervancıların sakası (sucu) kovayı kuyuya salınca onunla dışarı çıkmayı başarmıştı. O zaman burada önemli olan mesele, kuyunun yapılış şekli olmalı. Ayrıca önemli olan bir diğer husus da kuyuya atma teklifinde bulunan en büyük ağabeyin kuyunun bu yapı tarzını biliyor olması. Zira, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) diğer kardeşleri hep birlikte onu öldürmek isteyince o: “Yusuf’u öldürmeyin, غَيَابَتِ الْجُبِّ ‘ğeyâbetu’l-cubb’e bırakın. Kervancı kafilelerinden biri onu alıp yapacağını yapsın.”demişti.[1] Onun bu teklifi sayesinde hem onlar kıskandıkları rakiplerinden hem de kardeş katili olmaktan kurtulup Hz. Yakub (aleyhisselâm) ailesinin şerefini korumuş olacaklardı. Onlar da büyük ağabeylerinin bu önerisini makul buldular.

Burada konunun önemli bir yanı şudur ki söz konusu atılması teklif edilen kuyu, Kur’ân’da بِئْرٍ “bi’r” kelimesiyle ifade edilen kuyu değildir. Zira, “bi’r” ismiyle ifade edilen kuyu, Kur’ân’ın bir başka sûresinde وَبِئْرٍ مُعَطَّلَةٍ “ve bi’rin muattalatin” şeklinde geçer.[2] Anlamı ise “suyu çekilmiş, körelmiş kuyular” demektir. Arapça “bi’r” şeklinde ifade edilen bu kuyu, yaklaşık bir metre çapında olup silindir şeklinde, etrafı taşla örülmüş kuyu demektir.

Ancak Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm), büyük ağabey tarafından atılması teklif edilen kuyu ise: غَيَابَتِ الْجُبِّ “ğeyâbetu’l-cubb”dür. “Cubb” ise “bi’r” şeklinde ifade edilen kuyunun tam tersi olup etrafı taşla örülmemiş, alanı su havuzu gibi geniş olanına denir.[3] Sem’ânî, Herevî ve Âlûsî gibi tefsirciler de “ğeyâbe”, kelimesini “cubb” içindeki mağara şeklinde yorumlamışlardır.

Dolayısıyla “Ğeyâbetu’l-cubb”, sahradaki kuyuların kenarında, kişinin, su alıp çıkarken oturabileceği, su kabını bırakabileceği veya oturmaksızın su doldurup ayrılabileceği yer demektir. Bu yüzden kuyunun dar ağzından bakan kimse, kenarındaki bu noktayı göremeyeceğinden, “belirli belirsiz” anlamında “ğeyâbe” denilmesi normaldir. İşte, büyük ağabeyin kuyunun kenarına bırakalım teklifinden maksadı, onu kuyuya atıp öldürmek olmayıp, kenarına bırakarak muhtemelen su almaya gelen kervancıların görüp onu alıp gitmeleri idi.[4]

Bu, “Ğeyâbetu’l-cubb” tamlaması hakkında, yakında aramızdan ayrılıp Rabbimizin davetine icabet eden bir diğer müfessir, M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle diyor: “Bu kuyu, bildiğimiz kuyular gibi olsaydı, Yusuf (aleyhisselâm) suda boğulurdu. Bu kuyu, sarnıç gibi bir şeydi (…) Kenarlarında kuru kısımlar da bulunuyordu. Bu yüzden, içine giren yaşı büyük insanlar sularını alıp çıkabiliyorlardı. Nitekim hadis-i şerifte de buyurulduğu üzere, bir kadın çölde kuyuya iniyor, su çıkarıyor ve köpeğe içiriyordu.[5] Ayrıca orası Ashab-ı Kehf’in mağarası gibi güneşi görebilen bir yerdi. Güneşin doğuş, yükseliş ve batışını takip edebiliyor, dolayısıyla vakitleri belirleyebiliyordu.”[6]

Muasır müfessirlerden Abdullah Şehate (ö. 1423) ve Seyyid Tantavî (ö. 1431) de bu görüştedirler. Şe’ravî (ö. 1419) ise bu konuda şöyle diyor: Hz. Yusuf’un diğer kardeşlerinin, “Onu öldürün!” sözündeki şiddeti bir nebze hafifletmek gayesiyle büyük ağabeyleri bu sözü kullanmıştır. Bu şekilde açıkça onların teklifine karşı çıkmayıp; şöyle yaparsanız, kervancılar onu bulup gereğini yapar, siz de ellerinizi kana bulamaksızın arzunuza ulaşırsınız, demek istemiştir. Böyle demekle, onların bu teklifi kabul edeceklerini umdu. Kur’ân-ı Kerim, hadiseyi böyle anlatarak bu krizin nasıl bir mutabakatla sonuçlandığını bize bildiriyor.

Evet, bu teklifi yapan büyük ağabey, öldürme isteğinde olan kardeşlere açıkça karşı çıkmaksızın, onların gazabını hafifletmeye çalışmıştır. Sözüne başlarken “Onu öldürmeyin!” yerine; “Yusuf’u öldürmeyin!” diyor. İsmini hatırlatarak o küçücük masum kardeşlerine karşı onları insafa yöneltmek istiyor ve ricasını şöyle bitiriyor: “Kuyunun bir tarafına bırakın, eşkıya onu bulup icabına bakar, siz de ellerinizi kardeş kanına bulaştırmamış olursunuz!” Bunun üzerine onlar öldürmekten vazgeçerek, böyle bir planla ondan kurtulmaya razı olup: “Biz onu da gezmeye götürüp sevindirmek isteriz, ne olur, sen onu bize emanet et sevgili babamız!” derler.[7]

Gülen Hocaefendi’nin yorumunda geçen sarnıç kelimesinin ne olduğunu günümüz nesilleri belki de bilmeyebilir. Hâlbuki, yirminci asrın başına kadar, hemen her yerleşim merkezinde, dinlenmiş temiz su saklamak için, binlerce sene boyunca, sarnıçlara ihtiyaç vardı. Yüksek yerlerde yapılan yerleşim merkezlerinde ve kurak yerlerden geçen kervan yollarında su depolamanın hayatî önemi bulunmaktaydı ki, eski Ortadoğu şehirlerinin bu sarnıçlar sayesinde varlıklarını sürdürdükleri söylenebilir.[8] Çocuk yaştaki Yusuf’u işte böyle bir kervan yolunun üzerindeki sarnıçta kervancılar bulmuştu. Demek ki su şebekelerinin belediyelerce yapılmaya başlandığı 20. asırdan önceki metinlerde kuyu kelimesi ile sarnıç kelimesi aynı olmayıp aralarında ayrım yapmanın son derece önemli olduğu hatırdan çıkarılmamalı.

Bu konunun daha iyi anlaşılması için Ra’d sûresinin 14. ayetinin mealine bakalım: “Geçerli dua O’na (Allah’a) yapılan duadır. Müşriklerin O’ndan başka yöneldikleri putlar ise, kendilerine hiçbir surette icabet edemezler. Onların durumu tıpkı, ağzına su ulaşsın diye iki elini suya (önündeki kuyuya) doğru uzatan adamın hâline benzer. Oysa bu durumda su, hiçbir zaman onun ağzına ulaşamaz. İşte kâfirlerin duası öyle boşa gider. Değişik zaman dilimlerinde Kur’ân’ın tefsirini yapan Mukatil (ö. 150), Mücahid (ö. 103), İbn Kesir (ö. 774), Fahruddin Râzî (ö. 606) gibi tefsirciler, bu ayette kuyu lafzı geçmediği hâlde kuyunun zımnen var olduğu şeklinde ayeti yorumlamışlar ve “Kuyudaki su, kuyu başında avucunu açmış canı yanan adamın eline, ağzına yükselmez.” demişlerdir.

Çünkü, Kur’ân’ın geldiği asırda ve ondan sonraki bin üç yüz kadar yıldan önce (yani yaklaşık 19. hatta 20. yüzyıla kadar), belediyelerce döşenen şehir su şebekeleri yoktu. İnsanlar suyu kuyulardan çıkartıyorlardı. Asrımızda olduğu gibi lavaboyu açar açmaz suya ulaşma diye bir şey yoktu. Dolayısıyla şimdiki muhataplara gerçeği anlatmak için, kuyudan su içmeye muhtaç insanın, ellerini kuyunun üstünde tutmasının suya ulaştırmayacağını vurgulamak gerekir. Yoksa insanların musluğu çevirir çevirmez lavabodaki suya her an ulaşabildiği bir çağda, ayetin vurguladığı imkânsızlık kolay anlaşılmaz. Ama ayetin verdiği şu fotoğraf, meseleyi bir çırpıda çocuklara bile kolayca anlatıyor: Kuyu başında avuç açmakla, beş metre aşağıdaki su içilemez! Öyleyse insanları ve bütün kâinatı yaratıp onlara hizmet ettiren Allah’a değil de âciz, fani yaratıklara kul olmak insana yakışmaz. İnsanların yetmiş kelime ile anlatmaya çalıştığını, Kur’ân saniyelik fotoğrafla bir çocuğa bile gösteriyor (Fakat çağdaş ortam çok değiştiğinden, elliden fazla Mealde Ali Fikri Yavuz, Süleyman Tevfik, Emrah Demiryurt ve Suat Yıldırım’dan başka bu fotoğrafa dikkat çeken olmuyor).

Tekrar konumuza dönecek olursak; çocuk Yusuf, atıldığı yer altı sarnıcının karanlığında ve korkunç yalnızlığında müthiş saatler geçirdi. Belki iki veya üç gün. Fakat Allah’a imanından aldığı güvenle, kalbindeki ümit ışığı silinmedi. Derken, kervan kafilesi gelip sarnıca yakın bir yerde mola verdi. Hatırlarına gelen ilk ihtiyaç su olduğundan gönderdikleri sakanın ayak seslerini yer altından işiten Yusuf’un gönlünde ümit ışığı parıldadı. Derken… sarkıtılan kovayı görür görmez hemen kovaya yerleşti. Saka ipi çekerken, normalden biraz fazla ağırlığa anlam veremese de daha bir kuvvetle çıkarır çıkarmaz ay parçası gibi bir çocukla karşılaşınca: “Müjde! Müjde!” çığlığını attı. Haber kafileye yayılınca, hemen kendilerini toparlayıp “Etrafa duyurmayalım. Mısır’a vardığımızda, satıp kazancımıza bakalım!” dediler.[9] Derken, Allah Teâlâ’nın takdiri ile o, devrin Mısır’ında hem Maliye Bakanı hem aynı zamanda Peygamber oldu.

Sonuç olarak, Hz. Yusuf (aleyhisselâm) halk arasında bilinen normal bir kuyuya değil, içe doğru geniş bir alana sahip sarnıca benzer bir yere bırakıldığı için boğulmamıştır.

Dipnotlar

[1] Yusuf, 12/10.

[2] Hac, 22/45.

[3] Beğavî, Süddî, İbn Ebî Hâtim, Seâlibî, Mâverdî.

[4] Nâsır Mekârim Şîrâzî, et-Tefsîru’l-Emsel fî Tefsîri Kitabillâhi’l-Munzel.

[5] Sahîh-i Müslim, Tevbe 155.

[6]  M. Fethullah Gülen, Kur’ân’ın Sihirli Ufku-Yusuf Sûresi, 12/15, s. 94, Süreyya Yay., Clifton, New Jersey, Haziran 2024.

[7] Şa’ravî, Yusuf 12/11 tefsirinde.

[8] Nebi Bozkurt, TDV İslam Ansiklopedisi, “Sarnıç” md.

[9] Nâsır Mekârim, a.g.e. (ve diğerleri), Yusuf sûresi, 12/ 10 ve 19 tefsirinde.

Bu yazıyı paylaş