İlkler vardır ya… “İlk gidenler.” O ilk gidenlerin çocukları büyüdü artık. Ektikleri tohumlar yeşerdi, çiçek açtı.
Ben Manisa’da doğdum ama gitmediğim il, şehir, yoktur. Ailem bir vazifeden ötekine koşarken, 2012 yılında “Kimsenin gitmek istemediği bir yere gönderin bizi abi.” cümlesiyle başladı hicret maceramız.
Henüz 8 yaşındaydım. Küçücük dünyamı, bir valize sığdırmaya çalışıyordum. Gideceğimiz yeri bilemeden, kalbimden taşan sorularla… Hiç unutmuyorum o telefon konuşmasını. Babam aradı, “Tahmin et, nereye gidiyoruz?” dedi. Annem ülkeler saydı birer birer… Ama hiçbir cevap doğru çıkmadı. En sonunda annem, “Çatlatma insanı!” dedi. Babam, “Doğru bildin, Çad’a gidiyoruz!” dedi.
Hiç bilmediğimiz, bir ülkeye hazırlanıyorduk. Annem valize tuvalet kâğıdı, makarna koyuyordu. Bilmediğimiz bir ülkeye, bilmediğimiz bir hayata… Her şeyimizi alamasak da ihtiyaç olacak her şeyi koymaya çalıştı. Ama çocukluğumu koyamadık mesela. Oyuncaklarımı koyamadık.
Yıllardır hicret hayali kuran annemle babamın heyecanını hiç anlamıyordum. Ne vardı ki bu Afrika’da? Niye bu kadar heyecanlanıyorlardı?
Uçağa binerken babam, “Niyet ettim Allah rızası için hizmet etmeye.” dedi. Allah rızası için mi gidiyorduk şimdi biz? Ama neden.. neden?
Evimize ilk geldiğimizde günlerce ağladım. Yağmur mevsimine denk gelmiştik. Evet, yemyeşildi her yer… Ama evimize de sürekli yağmur akıyordu, çatımızda delikler vardı. Kardeşimle uyumam, annem ve babamla bir odayı paylaşmam gerekiyordu. O da yetmezmiş gibi.. evimize yağmur sızıyor, tuvalete sürekli kertenkele giriyordu.
Allah rızası için bunlara katlanmaya değer miydi?
Oyuncağımız bile yoktu. Annem valize sadece “gerekli” şeyleri koymuştu, oyuncaklar gereksiz miydi? Ağladığımda annem gözyaşlarımı silerek şöyle dedi:
“Kızım, üzülme. Cennette uçan evlerimiz olacak. Ne zaman istersen anneannene, babaannene, dedelerine gidebileceksin. İstediğin her konfora sahip olacaksın.”
Fransızca ve Arapça öğrenmek için kursa başladık. Annemle babamla aynı sınıfta olmak çok keyifliydi. Elektronik hiçbir şeyimiz yoktu. Oyuncak yok, televizyon yok, tablet yok, ama sokak vardı. Kardeşimle kumdan kaleler, kumdan pastalar yapardık. Evimize sızan yağmur sularını kovaya doldurur, içine girerdik. “Organik havuz” derdik biz ona. Belki de.. Allah’ın rızasını kazanmak, o kadar da zor bir şey değildi?
Yıllar geçti. Meğer Afrika’nın bize değil, bizim ona ihtiyacımız varmış.
Sevmeyi, aç komşuyu düşünmeyi, anlayışlı olmayı, israf etmemeyi, sabretmeyi… Sahip çıkmayı, korumayı öğrendik orada. Biz orada insan olmayı öğrendik.
Henüz 9 yaşındaydım. Afrika hizmetlerini ziyarete gelen misafirlerden bir abla vardı. Zaman Gazetesinden bir abinin eşiymiş. Ablaya kızdığımı hatırlıyorum… “Afrika hizmetlerini unutuyorsunuz, burada çok az bir aileyiz. Elimizden bir şey gelmiyor, sizin desteğinize ihtiyacımız var…” O abla bana sımsıkı sarıldı, gözlerime bakarak,
“Siz, hizmetin bir tomurcuğusunuz. Zamanınız gelene kadar sizi sularız. Ama açtığınızda.. bu dünyayı güzelleştireceksiniz.” dedi.
Öyle alışmıştım ki…
“Kendimi bildim bileli evim burasıymış.” diye düşünüyordum. Her şey dört aileyle başlamıştı. Erkek lisesinin ilk zeminini atıyorduk. Nice emeklerimiz var her taşında. Kadın, erkek, çocuk demeden.. her okulun her tuğlasında bir parmak izimiz kaldı.
Türkiye’den misafirlerimiz gelmişti Kurban Bayramı’ndan önce. Halam bana mor, kardeşime pembe spor ayakkabı göndermişti. İlkokuldaydım. O heyecanımı asla unutmuyorum. Sarılarak uyumuştum ayakkabılarıma. O kadar sevmiştim ki giymeye kıyamıyordum.
Misafirlerimizin hediyeleri sadece Afrikalı kardeşlerimizi değil, bizleri de çok mutlu ederdi. Kalemler, kâğıtlar getirirlerdi bize…
Bize “Hicret nasıl bir şey?” diye sorarlardı.
“Özlemi nasıl kaldırıyorsunuz?” derlerdi. Ama biz gurbette değiliz ki!
Köylere götürürdük misafirlerimizi. Bir ablanın elinde sadece bir poşet lolipop vardı.
Yetmeyeceğinden korkup, “Yeterli olmazsa özür dileriz.” demiştik oradaki çocuklara. Bir çocuğa yanlışlıkla iki tane vermişiz. O çocuk, gözümüzün içine bakarak, “Bana iki tane verdiniz. Eğer olmayan bir arkadaşım varsa ona verin lütfen,” dedi ve bize geri verdi.
Şekerler tam yetmişti.
Otobüse bindiğimizde şöyle dedim:
“İşte burası benim evim. Paylaşmayı öğrendiğim, bencillik görmediğim evim.”
İşte o zaman anladılar. Eğer bu gurbetse, gurbet ne güzel bir şey!
Türkiye’ye gittiğimizde evimi özlüyordum. Yaz tatilleri çabucak bitsin, geri döneyim diye dua ederdim. Afrika’daki arkadaşlarımı, Türkiye’deki akrabalarımdan daha çok özlüyordum. Meğer.. Allah’ın rızasını kazanmak ne güzel bir şeymiş!
Yıllar geçti. Annem, evimizi istediği gibi döşemek istemişti. Bulaşık makinesi almıştık. Koltuklar, halılar Türkiye’den gelecekti. Aylarca bekledik. Yeni odam, yeni yatağım… Okuldan aldığımız demir dolap yerine artık genç kız dolabım vardı. Tır geldiğinde çok sevinmiştik.
Dedik ki:
“Artık burası tam anlamıyla bizim evimiz!”
Ama… yerleşemedik.
Yine bir valize sığmamız gerekiyordu.
Sadece eşyalarımız değil…
Dostluklarımızı, kardeşliğimizi, çocukluğumuzu da bırakmamız gerekiyordu.
Amerika’da her şey varmış.
Geleceğimiz için iyi olurmuş.
Ama ben her şeyi istemiyordum ki!
Ben sadece Allah rızasını istiyordum.
Neden gidiyoruz?
Neden sevdiklerimiz hapse atılıyor?
Allah rızası için çıkmadık mı biz bu yola? Allah rızası kötü bir şey değil ki!
Neden gitmek zorundayız?
Neden ayrılıklar, neden hasret, neden hicret?
Annem hep, “Amerika’da her şey var.” derdi. Ama nasıl olurdu her şey? Küçücük aklım, bolluğun ne demek olduğunu bile kavrayamıyordu.
Yağmur mevsimi de var mıydı? Kum fırtınası? Kertenkelelerimiz gelecek miydi bizimle?
Yine çocukluğumu sığdırmaya çalışıyordum bir valize.
Ama bu defa kalbimi de koymak istiyordum içine.
Evimden, sevdiklerimden, çocukluğumdan nasıl ayrılacaktım?
13 yaşında gerçekten gurbete çıktım.
Ve o gün anladım…
Asıl gurbet
Amerika’ydı.
Soğuk duvarların ardında,
Tanımadığım insanların arasında…
Evimizi, kokusunu, çatısından akan yağmur sesini bile özlüyordum.
Her şeyin olduğu bu yerde samimiyet neden o kadar yoktu?
Neden israf bu kadar çoktu?
Amerika’ya geldiğimde en çok özlediğim şey o çocukluğun içtenliği, insanların sevgisiydi.
Bir mendile sarılı anılar gibi, içimde taşıyordum hepsini.
Ve şimdi 21 yaşındayım.
Geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki…
Allah’ın rızasını kazanmak, O’na gerçekten âşık olana hiç de zor değilmiş aslında.
Hangi kıtada olursan ol, nerede, kiminle yaşarsan yaşa.
Binlerce yük, binlerce acı yıkmazmış insanı.
Yeter ki kalbinde O olsun.
“Rabbim beni seviyor, O ne güzel vekildir, O bana yeter.” diyebilmekmiş Allah rızası.
Meğer zor zamanlarda sığınacağım en güvenli limanmış. Kapısını hiç kapatmayan bir merhamet kapısıymış, beni hiç geri çevirmeyen, gözyaşımı kelimeye çeviren seccademin yoluymuş Allah’ın rızası. Yalnızlıkta bile insanı yalnız bırakmayan, hiç eksilmeyen bir sevdaymış.
Şimdi anlıyorum, gerçek zenginlik; dostlukla, samimiyetle, Rabbine olan teslimiyetle dolu bir yürekmiş. Biliyorum ki hizmet, güneşin değdiği her yerde var olacak.
Ve biz, son nefesimize kadar, o tohumları yeniden ekeceğiz. O ilklerin çocukları olarak, bu dünyayı güzelleştirmeye devam edeceğiz.
Bir gün…
O ektiğimiz tohumlar fidan olacak,
Ve bahçıvan onlar olacak.
Binlerce tohum ekecekler dört bir yana.
Çünkü biz hicreti sadece arkamızda bir ev bırakmak değil, önümüzde binlerce yüreğe ulaşmakolarak öğrendik.