“Hani Derviş Kuşlar?”

Kitaplara yaşandığı için yazılan öyküler olduğu kadar, yaşarken suya okunan derviş hikayeleri var. Mürekkep kitabın sayfalarına dağılmış, isimler birbirine karışmış… İç içe geçmiş denizdeki yosun ve mercanlar. Lâkin, hangi su, hakikati hafızasından silebilmiş ey bülbül, bunca aşkla köpürürken denizdeki dalgalar?

Dalgasız liman aramak boşunaydı. Sonsuza edilen yeminlerin olur muydu hiç köşesi, kıyısı?

“Bu yol uzaktır/ Menzili çoktur/ Geçidi yoktur/ Derin sular var.”

Yüzüne çarpan damlaların tesiriyle zangır zangır titriyordu bedenin. Su, buz gibi soğuktu. Menfezler kara delik gibi etrafını sarmış, sığınmayı ümit ettiğin çatlak kara parçaları beride kalmıştı. Buradan dönüş yoktu. Kanatlanıp yükselmeye yeltendin, olmadı. Kendin gibi yola revan olan bir kuş görme ümidiyle tüllenen gökyüzüne baktın.

Sahi, kuştan derviş olur muydu bu devirde? İnanması güçtü. Asır, pörtlek gözlerini dört açmış vahşi bir arslan gibi insanı yutuyor, sönmüş hislerini şüphe kütüphanelerinde müsvedde kâğıtlarla kesiyordu. Yine de vicdanın kestirip atamadı. Dünyaya konup göçen kullara gösterilen başka bir yol da yoktu. Kuş misali…

1. Bekleyiş

Bir mevsim göçünden ancak birkaç ay sonraydı. Eline kalemi alıp isimsiz pasaportları, geçtiğin ovaları, gördüğün bulutları, yarım kalan aşkları yazmaya niyet ettin. Fırından yeni çıkan tuzlu bir kurabiye gibi sıcacıktı her şey. Ne ağzına atabiliyor ne avucunda tutabiliyordun. Notlarını, senin her nazını çeken fedakâr öğretmeninle paylaştın. Ve sessizlik. “Böyle değil” diye homurdandı. “Hiçbir şey beklemeden yaz, beklemeden konuş. Tıpkı bir derviş gibi. Bir lokma bir hırkaya razı”.

Neyi bekliyordun, anlaşılmayı mı? Kendini anlamayanı başka kim anlardı? Sadece zamana kaydedecektin olup biteni. Halbuki, hevesle anlatıyordun başına geleni. Bulutlara takılmış kırmızı bir balon gibi zamanın on beşine asılı kaldı o erken heyecanın. Deniz kenarında kayalıkları döven bir dalga gibi tokatlıyordu cevabı. Satır arasındaki memnuniyetsizliğinde babacan, şefkatli ve muhlis bir nota vardı.

Şaşkındın. Zannınca, gözün yoktu dünyada. Zahirde dünya için yaşamıyordun. Bâtında ise yanıp sönen bir cazibeden fazlasıydı dünya. Ferdî dünyandan da büsbütün sıyrılmış mıydın? Evet açılmayan bir şeyler olmalıydı. Kalp hanesinde yaşayan o mahzun ruhunda saklı… Belki de bir kapı? Ya da saklı bir pencere. Kabul ettin. Peki, kılıç yerine eline verilen kalem hangi ilham denizine dalmalıydı? Hemen olsun istedin. Aylar yıllara evrildi. “Acele ediyorsunuz” hitabına muhataplığını idrak edince ansızın irkildin. Geniş zaman kipinde kurdun ümit cümlelerini bu defa. İşte böyle niyet ettin durmaksızın yürümeye. Baş ucunda feveran eden pınar-ı Asâ-yı Musâ…

“Yürüyordun o yolda, emre itaat ederek,
Dergâh-ı meşkte belki de buydu sevmek.”

2. Uyanış

Bekledin senebesene. Zerre isyan taşırmadın kader kalemine. Muhabbet saydın sükûtunu gömmeyi içine. Göğsünde kabaran hakikat çığlığı volkan gibi büyüdükçe büyüdü. Yüzleşme çetin, hesap kabarık, teslim mukadderdi.

Kur’an kıssaları nasıl da şefkatle tuttu iki yakandan. Ya sen, hâlâ niye silemiyordun sebepleri aklından! İhtimal, o güzel yüzlü mahpusun hüküm bekleyişi gibi, sana takdir edilen süre de lastik gibi uzuyordu. Küll’ün kaderi cüz’de, bak nasıl tecelli ediyordu!

Demek yerçekiminden kurtulup yükselen göğe bakmalıydın. Adımlarını ruh katında atmalı; bâb-ı kalbe kadem basmalıydın. Gençliğin nurlu menfezlerine sızmalı, sürmeli gözlerine sırdan mercekler takmalıydın. Toprağın bağrına avuç avuç atılmalıydın. Nasibine düşen bu lokmada yağ gibi erimeli, unutulmuş bir “hiç” tohumunda güneş ışıyana dek buzlar içinde yanmalıydın. Ve bir gecenin tekinsiz yamacında gayrete gelip bu gaflet uykusundan artık uyanmalıydın!

Oysa sen pek cahildin. Uykuda nereden bilecektin hakikat alemini? Mesellerdeki âsâlı dervişlerin yolu, yüksek mefkûrelerle kesişir miydi? Ah sen, bu yolların aceleci ve toy çocuğu, sırları nereden bilecektin…

Hem pek gafildin. Bir kez bile iyileşmiş miydin kelimeler olmadan? Peteğinden süzülen bir damla balın dudağındaki lezzetinde mest olmadan… İşte insan evladının tarihi, işte kıssalar ve işte ilahi beyan!

“O mucizevi beyan ki, tekmil âleme deva,
Marifet kovanındaki bal, müjdeli bir şifa.”

Anlamak pek müşküldü. Merakla bir daha sordun: “Sahi, mümkün müydü derviş olmak bu devirde?” Üstadın, alakanı kalben kes derken bu imkân dairesini seziyor, lakin metodu çözemiyordun. Hafakanlar gece gibi çöküyordu yüreğine. Perdelerden göremiyordun.

“Emir gelmeyince o köprüler geçilmez;
Sır küpü delmeyince o kâseden içilmez”

Hakikat sır idi. Sırlar, bakan gözlere ahenkle uçuşuyor idi.

3. Derviş

Kılıç yoktu artık. Kani oldun. Asrın Söz Sultanı, cümle kalemleri hakiki beyana çağırıyordu. Zamanın bediisi i’cazın surlarını müjdeliyordu yıllar evvelinden. Alnındaki “hiç” karata bakmadan cevherlerin tartıldığı meclisleri ruhunda duymanı, elbette “O” istiyordu…

Ah yaralı akıl… Yoksa dayandığın kuvvet, diz çöktüğün yer mi? Zaten vahiyden başka hangi akıl alt edebilir ki seni! Nihayet kınına aklını da koydun. Kalp ile yazmak nedir desen, onu hiç bilmiyordun! Cehaletini idrak edenlerin bilgelik odunda yandıkça kül oluyordun…

“Onlar bilmiyorlar” diyen Efendiler Efendisi yetişiyordu gönlünün hârına. O uçsuz bucaksız şefkatin tek bir habbesine şu koca kâinat feda! Açmak isteyen tohumcukları suluyor, asrın pürmelâline miraç ile kıyam duruyordu. Cennet kapısına ismi yazılan o nurlu imame, nûr-u tevhîd içinde bir sır fısıldıyordu cümle âleme.

“Oku!”

Sakın ha minik kuş, sırlar gizlidir, okuyamam deme! Yola çıkana açılmaz mı hiç o tenteneli bilmece…

“Yaradan Rabb’inin adıyla oku!”
….

Havsalan sünger gibi yutmasa da kelimeleri, mânâ katmanlarından lâtif bir zar sarıyordu yorgun yüreğini. Tedavi oluyordun bilmeden. Geçmişte ezberlediğin cevaplar su üstüne çıkıyordu. Derken, içine kıymık gibi batan soruların çekmeceleri bir bir kapandı. Git gide sürmelendi zihninin boşlukları. Acele etmeden, kıbleye kıyam durup yutkundun. Dudağına çalınan ılık, şifalı balın yakıcı tadını dilinle sıyırdın evvela. Zamanın sonsuzluğuna açılan o aralıkta zevk ettin leziz hakikati. Nihayet, hürriyete kanat çırpan üveykin kadife tüyünden bismillah deyip sen de tuttun.

“Hak bilene, ne lokma ne hırka gerek,
Pâre pâre olmuş yaralı gönül gerek. “

***
Gökyüzüne kanat çırpan göçmen kuş, minik ayaklarını yerde görünce gözlerine inanamadı. Ah, ne mümkün! Bu hummalı çalışmaya rağmen değemiyor bulutlara. Zirvede ise yeşil kanatlarıyla ışıldayan Zümrüd ü Anka! Varlığıyla teselli ediyor bu yolun tâliplerini:

“Kulun eremediğini vermektir şânı… Elin ermediyse ne gâm!
Duymadın mı ferman-ı Sultan’ı, “O” ki, Zülcelâl-i vel ikram…”

Limanın, gölgelerde tecelli eden asıldan başkası olmadığı uçsuz bucaksız bir deryanın ortasındasın. Fakat üşütmüyor suyun soğukluğu şimdi. Bilakis uyanık tutuyor tüm hücrelerini. Dostların kadife sesiyle sıcacıksın. Gözlerin incilerdeki saklı dünyayı temaşa ediyor. Bir dip dalgayla mercanlara çağrılıyorsun üstelik. Dalmaktan ürkmek beyhude. Zira en yüksek tepelere kanatlanan derviş kuşlar, en dip dalgayla inleyen dertli aşıklar…

Haydi, suya rengini veren maviliğe insafla bir daha bak! Nehirler, denizler, okyanuslar üstünden binlerce kuş uçarken, artık mümkün mü konup göçen dervişlere inanmamak?

Bu yazıyı paylaş