İnsan ruhu ve bedeni… Bu iki kavram, yaratılış itibarıyla birbirinden ayrı görünse de aslında iç içe geçen ilahi bir düzenin parçalarıdır. Bedeni hastalıklara karşı koruyan bir bağışıklık sistemi olduğu gibi, ruhun da manevî hastalıklara karşı kendine özgü bir koruma mekanizması vardır. Takvâ, vera’ ve zühd kavramları, manevî bağışıklık sisteminin temel unsurları olarak düşünülebilir.
Biyolojik Bağışıklık Sistemi: Çok Katmanlı Savunma
Bağışıklık sistemi, vücudu patojenlerden korumak için iki aşamalı bir savunma mekanizması kurar: Doğal (innate) bağışıklık ve kazanılmış (adaptif) bağışıklık. Doğal bağışıklık, vücudun doğuştan gelen savunma mekanizmasıdır ve patojenlere karşı hızlı bir cevap sağlayarak onları hemen etkisiz hâle getirmeye çalışır. Deri, mukus zarları, mide asidi gibi fiziksel ve kimyasal bariyerler doğal bağışıklığın ilk savunma hattını oluşturur ve zararlı mikroorganizmaların vücuda girmesini engeller. Aynı zamanda, tabiî bağışıklık sisteminin hücresel bileşenleri olan savunma hücrelerimiz vücuda giren patojenleri hızla tanıyarak onları yok etmek üzere devreye girer. Bu sistem, vücudu tüm dış tehditlere karşı genel bir koruma altında tutar.
Adaptif bağışıklık ise, hayat boyu gelişen bir bağışıklık olup, vücudun zaman içerisinde patojenlere karşı geliştirdiği özel bir savunma sistemidir. Bu ikinci bağışıklık sistemi, patojenleri tespit eder ve bunları etkisiz hâle getirmek için antikorlar gibi patojene özgü moleküller üretir. Adaptif bağışıklığın en önemli özelliklerinden biri, “bağışıklık hafızası”oluşturmasıdır. Bu özellik sayesinde, vücut daha önce maruz kaldığı patojenleri hafızasında tutarak bazı virüslere karşı kalıcı bağışıklık cevabı oluşturur veya aynı patojenle tekrar karşılaştığında daha hızlı ve daha etkili bir cevap verir.[1]
Takvâ: Ruhun Savunma Kalkanı
Takvâ, insanın Allah’a yönelip O’nun (celle celâluhu) rızasına uygun yaşamaya çalışarak kötülüklerden sakınması olarak tarif edilir.[2] Vücudumuzun tabiî bağışıklık sisteminin bizi genel olarak koruduğu gibi takvâ da genel bir koruma kalkanı sunar. Doğal bağışıklığın, patojenleri bedene ilk giriş noktasında durdurup hastalık başlamadan engellediği gibi, takvâ da insanı kötülüğe kapalı bir hayat sürmeye, tehlikelere karşı sürekli temkinli olmaya teşvik eder. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, takvâyı yalnızca günahlardan sakınmakla sınırlandırmaz; buna ilaveten farzların yerine getirilmesi ve amel-i salihle birleştirilmesi gerektiğini de vurgular. Bu ise takvâyı daha kapsamlı bir savunma bilinci hâline getirir.[3]
Tıpkı adaptif bağışıklığın vücudu sürekli bir koruma altında tutması gibi, amel-i salih ile takviye edilen takvâ, kişinin manevî savunmasını günahlara karşı daha duyarlı ve dayanıklı hâle getirir. Böylece, mümin hem kötü alışkanlık ve düşüncelerden sakınır hem de Allah’ın rızasına uygun bir hayat sürerek manevî sağlığını korur.
Takvânın önemli bir diğer unsuru ise tevbedir. Tevbe, kişinin işlediği bir günah veya hata karşısında pişmanlık duyarak Allah’a yönelmesi, o günahı terk etmeye niyet etmesi ve bir daha aynı hataya düşmemek üzere güçlü bir karar almasıdır. Tevbe, ruhun temizlenmesini ve takvânın kalpte yeniden canlanmasını sağlar; böylece insan, her bir günah karşısında kendine özel bir korunma kalkanı oluşturur. Her bir günah için yapılan bu özel tevbe, aynı hataya bir daha düşmemek için güçlü bir irade geliştirir ve ruhun derinliklerinde takvâ bilincini canlandırır. Adaptif bağışıklığın bedeni, hastalıklara karşı daha dirençli hâle getirmesi gibi, tevbe ile güçlenen takvâ da insanı günahlara karşı daha hassas ve hazırlıklı kılar. Nasıl beden, bağışıklık hafızasıyla geçmiş düşmanlarını tanıyıp daha güçlü bir savunma sergiliyorsa, tevbe de ruhun hafızasında bir iz bırakarak insanı aynı hatalara karşı daha uyanık ve dirençli hâle getirir. Böylece ruh, her bir kötülüğe karşı bilinçle donanır ve manevî sağlığını koruma altına alır.
Vera’: Ruhun Koruma Kalkanı
Vera’, insanın ruhunu kirletecek her türlü zararlı, şüpheli ve gereksiz şeyden sakınarak manevî sağlığını koruma gayretidir.[4] Tıpkı doğal ve kazanılmış bağışıklık sisteminin bir arada çalışması gibi, vera’ da insanın doğuştan gelen safiyetini bilinçli gayretlerle güçlendirme melekesidir. Bediüzzaman Hazretlerinin bakış açısına göre, kalbin yalnızca Allah’a yönelmesi, dünyevî unsurlardan arınması büyük bir hassasiyet gerektirir. Bu da, insanın sadece açık günahlardan değil, aynı zamanda şüpheli alanlardan ve ruhuna zarar verebilecek her türlü meşguliyetten de sakınması gerektiğini ifade eder.[5]
Bişr-i Hâfî’nin kız kardeşinin, fetva için gittiği İmam Ahmed b. Hanbel ile aralarında cereyan eden şu muhavere, vera’ınbu derin anlamını ortaya koyar: “Ey İmam! Ben çoğu zaman dam üstünde oturup iplik büküyorum. Bazen devlet memurları ellerinde meşalelerle oradan geçiyor ve ben elimde olmayarak o ışıktan da faydalanmış oluyorum. Büktüğüm ipliğe haram karışmış oluyor mu?”
Bu hassasiyet karşısında Ahmed b. Hanbel hıçkırıklara boğulur ve şu cevabı verir:
“Bişr-i Hâfî’nin hânesine, şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmamalıdır.”[6]
Zühd: Kalbi Dünyevî Etkilerden Arındıran Manevî Zırh
Zühd, insanın dünya nimetlerine karşı mesafeli bir duruş sergileyerek ruhunu arındırma ve koruma çabasıdır.[7] Zühd sayesinde insan, dünyaya karşı oluşturduğu bu manevî zırhla gereksiz meşguliyetlerden uzak durarak kalbini dünyevî etkilerden arındırır.
Tıpkı bedendeki tabiî bağışıklık sistemi gibi, tehlike henüz yaklaşmadan kişiyi koruma amacı güder. Bağışıklık sisteminde cilt, mukus zarları ve mide asidi gibi fiziksel ve kimyasal bariyerler nasıl bedeni koruyorsa, zühd de ruhu koruyan bir bariyer işlevi görür ve insanın kalbinde mâlâyâniyâta karşı bir hudut çizerek onu aşırılıklardan ve tutkularının esiri olmaktan muhafaza eder. Bediüzzaman Hazretleri zühd için, “insanın dünyaya yalnızca bir imtihan yeri olarak bakması ve asıl hayatın ahiret olduğunu hatırda tutarak yaşaması” tanımını getirir.[8] Bu yaklaşım dünya nimetlerini reddetmeyi veya kötülemeyi değil; bilakis bu nimetlere kapılmadan onları Allah’ın rızasını tahsil istikametinde birer araç olarak kullanmayı ifade eder.
Fethullah Gülen Hocaefendi ise ne dünyevî imkânların ne de zenginliğin zühde mâni olmadığını vurgular: “Elverir ki insan onlara karşı hâkimiyetini korusun ve onların mahkûmu olmasın.”[9]
Nitekim, “Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.”[10]buyuran Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatını hep bu minval üzere örgülemiştir. Evet, zühd nefsin arzularına karşı güçlü bir direnç kazandırır ve insanı dünya ile ilişkisinde geçici bir misafir gibi yaşamaya yöneltir. Doğal bağışıklık sisteminin bedeni tehlikeye karşı koruyan bariyerler oluşturup mikroorganizma ve zararlı maddelerin vücuda girmesini engellediği gibi, zühd de insani dünyevî cazibelerden koruyarak Allah’a daha da yaklaştırır.
Manevî Bağışıklığın Gücü
Tıpkı bedenimizin korunmaya ihtiyacı olduğu gibi, ruhumuz da sürekli tehdit altında ve korunmaya muhtaç. Zira dünya hayatı, sayısız cazibe ve aldatıcı yönleriyle, manevî bağışıklığımızı zayıflatabilecek tuzaklarla dolu. Bu bağlamda takvâ, vera’ ve zühd iç dünyamızı koruyan üç temel kalkan olarak karşımıza çıkıyor. Takvâ, her günaha karşı diri ve uyanık bir bilinç oluştururken, vera’ bu manevî kalkandan beslenen hassasiyetle, insanı İlahî kurbiyete taşıyan bir ruh temizliği ve bilinç hâlidir. Zühd ise geçici olana kalpte yer bırakmaz; insanı ebedî olana yöneltir.
Ne mutlu, bu manevî kalkanlarla güçlenip Hakk’a yakın olanlara!
Kaynaklar
[1] K. Murphy, Janeway’s Immunobiology, 9th ed. Garland Science, 2012.
[2] Gülen, M. Fethullah, Kalbin Zümrüt Tepeleri, “Takvâ”, Nil Yay., 2005.
[3] Nursî, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lâhikası; Süreyya Yay., Şubat 2019.
[4] Gülen, a.g.e., “Vera’”.
[5] Nursî, Mektubat, 26. Mektup; Lem’alar, 11. Lem’a, Süreyya Yay., Şubat 2019.
[6] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 8/353; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.196.
[7] Gülen, a.g.e., “Zühd”.
[8] Nursî, Mesnevi-i Nuriye, Süreyya Yay., Şubat 2019.
[9] Gülen, a.g.e., “Zühd”.
[10] Tirmizî, Zühd 44.