Fransız düşünür André Malraux, geçmiş çağların aksine günümüz insanının temel kaybının “ben” idraki ve bu idrakin neticesi olan hayatın anlamı ile ilgili şuur kaybı olduğunu söylemektedir. Ne ki, modern dünyanın nesne tarafından bütünüyle kuşatılmış ve telaştan başı dönmüş insanları bir an için durmaya, düşünmeye ve “Ben kimim?” diye sormaya mecal ve imkân bulamamaktadır. Alabildiğine şişirilmiş egoların çağı olan bu çağda “ben” idrakinin yokluğundan bahsetmek zahiren bir paradoks gibi görünse de işin ehli bu çelişkiyi Yunus’un, “Bir ben vardır bende benden içerü” tespitiyle giderecektir.
İnsanı diğer mahlûkattan ayıran mümeyyiz vasıflardan biri “ben” şuurudur ve bu şuurun da dışa ve içe dönük iki yüzü vardır. Bizler iç benimizle sadece dışımızdaki âlemin değil bizzat kendimizin ve hususî âlemimizin de farkında oluruz. Üstelik bu enfüsî âlem, dışarıdaki âlemden çok daha baş döndürücü bir derinliğe sahiptir. Dışarıdaki üç buutlu âlemdeki yolculukların aksine insanın iç yolculuğu hiç bitmez. Bu yüzden insanın en uzun yolculuğu, enfüsî yolculuğudur. Bu yolculuk bizi, aslında “ben” dediğimiz şeyin “Mutlak”a açılan bir pencereden ibaret olduğu idrakine ulaştırır. İnsanı gerçekte insan yapan şey, ötelere açılan bu mânâdır. Oysa Bercayev’in haklı tespitiyle, Tanrı’yı inkâr neticesinde insanı tesadüfi atomlar yığını derekesine düşüren modern materyalist yaklaşım, bu tavrıyla sadece Tanrı’yı değil insanı da inkâr etmiş olmakta. Bizim kültürümüz ise Şeyh Galib’in lisanıyla, insanı varlık âleminin zübdesi olmak keyfiyetiyle tebcil eder:
Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen
Ne var ki her kanatlı kuş ötelere kanat çırpamadığı gibi yaratılıştan câmi bir potansiyelle dünyaya gelen her insanın içinden de ötelere bir yol açılmamaktadır. Bunun için insanın kendi mahiyetini merak etmesi ve iç âlemine eğilmesi gereklidir. Belki de Sokrat’ın “Kendini tanı.” düsturu ilk hareket noktası. Kendi içine eğilen her insan, o âlemde güllerle dikenlerin, toprakla cevherin, güzelliklerle çirkinliklerin sarmaş dolaş olduğunu görecektir. Bu da bizi kendini ıslah fikrine götürecektir. İçimizdeki iyi taraf der ki: “Bahçendeki dikenleri sök ve onların yerine güller dik.” Hâsılı tasaffi et, kötülüklerini azalt, iyiliklerini çoğalt ve hakiki insan ol.
En şerefli mahlûk insan olduğuna göre insanı hakiki insan kılmaya matuf çabaların da ulvî çabalar olduğu malumdur. Ulm’deki misafirliğim sırasında tanıma fırsatı bulduğum Murtaza Bey’in naklettiği bir hikâye buna güzel bir misaldir.
Türkiye’den 70’li yıllarda gurbet ellere gelmiş; genç, dinamik ve vatanperver bu insanı tanıma ve bu coğrafyada yaşadıklarını keşfetme imkânı buldum. Murtaza Bey, 1996 yılından beri, güzel ve faydalı girişimlere destek olmak niyetiyle yaşamaya başlamış. Bu amaçla açılan her pazara uğramış, her işe el atmış, her güzel niyete omuz verip yol arşınlamış.
Bir şehrin bir avuç dertlisi, bir kültür merkezi açmaya niyetlenir. Orada yeni yeni güller açacak, Kur’ân bülbülleri şakıyacak, Peygamber âşıkları olacaktır. Kendilerine has havayı özgürce soluyabilecekleri, bu havayı diğerlerine ulaştırmayı netice verecek bir mekân… Bu dertle ne kadar yandılar, kaç gün ızdırapla dolandılar bilinmez, ama neticede bir bina bulurlar. İki katlı ve 600 m² olan bu yer tam da istedikleri durumdadır.
Bina tutulmuştur. Kız yurdu olarak faaliyet gösterecek ve aynı zamanda da kültür merkezi olacaktır. Binanın istenilen şekle sokulabilmesi için içeride bazı değişikliklerin yapılmasına ihtiyaç vardır ve bu da 37 bin avro tutmaktadır. Odaların tefrişatı için de 23 bin avro gereklidir. Ellerinde ise sadece 5 bin avro vardır.
Tefrişat masrafları için Murtaza Bey, yetkili bir arkadaşla birlikte, uzaktan tanıdıkları bir işadamını Dortmund’da ziyaret eder. O sırada iş yerine tırlar gelmiş ve yük boşaltılmaktadır. Murtaza Bey meramını anlatmaya başlar. Arkadaşı da biraz uzakta dua okumaktadır. Adam sabırla dinler Murtaza Bey’i ve oradan arkadaşına sorar:
- Son iki tırın malları depoya taşındı mı?
“Hayır” cevabını alınca ekler:
- O zaman bekleyin… Ne kadar ihtiyacınız varsa gidip aracınıza yükleyebilirsiniz.
Murtaza Bey sevinçle arkadaşının yanına gider. Gerekli eşyaları araçlarına yüklerler. Arkadaşı sorar:
- Abi, ödemeyi nasıl yapacağız?
- Dur hocam sen, Allah ona da bir kolaylık sağlar elbette.
Murtaza Bey işadamına sorar:
- Borcumuz?
- Ne kadar paranız var cebinizde?
- 5 bin avro.
Adam paranın sadece yarısını alır:
- Haydi, gidin sağlıcakla.
Murtaza Bey hikâyeyi anlatırken şunları ekler: “O arkadaşın o günkü ağlamasını unutamıyorum.”
Bina istenilen şekle dönüştürülmüş, tefrişat için alınan malzemeler yerleştirilmiş ve artık açılacak şekle girmiştir. Bir gün öncesinde kiraladıkları binanın sahibi Eberhard Bey ve hanımı, kızlarıyla birlikte Murtaza Bey’in evinde yemektedir. Yemekten sonra çaylar beklenirken Eberhard Bey duvardaki resme odaklanır ve gözleri yaşarmış bir halde şöyle der:
- Murtaza Bey, biliyorum ki yakında Hacca gideceksin. Senden ricam, kızım için Mekke’nin Rabbine dua et. Biliyorsun kızım kan kanseri.
Yanaklarına doğru yaşlar akar, ama gözünü de ayırmaz Kâbe’nin resminden. Sonra başını çevirip Mescid-i Nebevî resmine bakar ve ekler:
- Peygamberin Muhammed’e de gideceksin biliyorum. Ne olur orada da dua et kızıma.
Murtaza Bey de hüzünlenir. Acziyetlerini ikrar edip dostlarından bir ricada bulunan bu insanların samimiyeti herkesi etkiler.
Ertesi gün mülk sahibi bu aileye binanın yeni hâli gösterilir. Odalar tek tek gezdirilir ve ayrıntılı bilgi verilir. Bu arada yapılan masraflar da anlatılır. Mesela banyo ve tuvaletler 17 bin avro tutmuştur. O esnada Eberhard Bey’in eşi devreye girer:
- Eberhard, buranın masraflarını ben üstlenmek istiyorum müsaadenle.
Bu beklenmedik cümle karşısında herkes şaşırır, ama Eberhard Bey hanımını kırmaz ve ekler:
- Geri kalan kısmı da ben üstleniyorum.
3850 avro olan kirayı acaba 350 avro düşürebilir miyiz diye dertlenenlerin ağızları açık kalır. Anlaşmayı imzalamak üzere ofise geçerler. Kahveler yudumlanırken bu defa da kızları Hannah söz alır:
- Anne, baba sizler ne güzel bir şey yaptınız, ama ben bir şey yapamadım.
- Buyur kızım, sen ne istiyorsan onu yapacağım, der babası.
- Kirayı değiştireceksiniz.
- Ne kadar olsun?
- 1850 avro.
- Tamam kızım, o kadar olacak.
- Bir de bu insanlar çıkana kadar bu fiyat değiştirilmeyecek.
- O da tamam.
- Bu anlaşma üç yıllık olmayacak; ne zaman çıkmak isterse o zaman çıkacaklar.
- Peki kızım.
Babası, daha önceden hazırlanmış kontratı alıp yırtar ve ekler:
- Anlaşmayı tekrar düzenleyip getirir misiniz?
Sonradan öğrendiklerine göre, açılış yapılmadan birkaç gün önce Murtaza Beyin kızlarıyla birlikte ablaları o mekânda kalmışlar ve gece namaz kılıp dua etmişler. O gece Hannah da onlara eşlik etmiş. Toplu tespihat yapılırken salondan gelen sesi merak edip o manzarayı izlemiş sessizce…
Şimdilerde yirmili yaşlarında olan Hannah’ın hastalığından eser kalmamış. Babası 2012 senesinde vefat etmiş. Murtaza Bey onu mezara indirmek için bizzat kabrine girdiğinde, onu gören Hannah, koşarak gelmiş ve “Amca!” diyerek boynuna sarılmış. Gözyaşlarını onun omzuna akıtmış garip bakışlar arasında…
Eberhard Bey’in ölümüyle bina satılır. Yeni mülk sahibi, binayı gezer ve kira için 5450 avro değer biçer. Yaklaşık 10 yıldır burada bulunanlar, başka bir binaya taşınmak istemezler, ama yeni kirayı ödeyecek durumları da yoktur.
Murtaza Bey binanın yeni sahibi ile görüşür. Görüşmeye Eberhard Bey’in eski şirketinin genel müdürü de katılır. Murtaza Bey teklifini söyler ve uzun uzun açıklamalarda bulunur:
- Kendim için yapmıyorum bu pazarlığı. Burası bir Hizmet yuvası… Genç nesil burada eğitim görüyor. Eski kirayı değiştirmemenizi rica ediyoruz.
Anadolu insanının samimi üslubu karşında, eski müdürün de tasdikiyle 1850 avroya razı olurlar.