İnsan, varlığın özüdür ve mayası sevgiyle yoğrulmuştur. Sevginin eksikliğinin hissedildiği her yerde duygular çarpık, ilişkiler samimiyetsiz, arzular gelip geçici ve gayretler de uçabilmek için çırpınan kanadı kırık kuş misalidir. Özündeki sevgiyi kuşanabilen insan; duygularıyla şaha kalkarken, iştiyakıyla sonsuzu kovalarken ve azmini özgürlük atmosferine salarken sadakatin, adaletin, içtenliğin ve cesaretin halifesi olarak yeryüzünde bir aşk hükümdarlığı kurar.
Sevgiyle, “yok”lar varlığın kapısına dayanır, “var”lar namütenahinin sınırlarını zorlar. Kalb gönle, alâka aşka ve mevsim cennet baharına dönüşür. Binbir türlü rengi vardır. Coşkuyu, acımayı, kıskanmayı, nazlanmayı, yardımseverliği şekillendiren de onun cilveleridir.
Âşık her zaman misliyle karşılık görmeyebilir maşukundan. Fakat içten bir mukabele görmenin ilk şartıdır sevmek. Sineleri şefkate, merhamete, müsamahaya açmak ve ön yargıları kırmak için.
Toprağın tohuma iştiyakı olmasa, göremezdik o yeşeren, çiçeklenen ve yemişlenen fidanları. Köküne sevgi şırası şırınga edilen ağacın meyvesi de aynı türden olur.
Mefkûreleri gerçekleştirmek adına teknelere serpiştirilen ilk maya sevgiden müteşekkildir. Onsuz bir hamur tutmaz. Gaye-i hayaller onunla olgunlaşır, mefkûreler onunla pişer ve idealler onunla hayat bulur insanlık semalarında. Tarih, sevgi hakanlarının gönül kahramanlıkları ile yazılmıştır. Yüz yıllara meydan okuyan hatıralar, zihinlerden silinmeyen efsaneler, nesilden nesle aktarılan destanlar hep sevgi çağlayanlarından dökülüp arzın dört bir yanına akmışlardır. Sözün, kalemin ve kılıcın tarihe derkenar yaptığı izler, söyleyen dilin, tutan elin ve kavrayan bileğin nasıl bir sevgi sesine, rengine, âhengine ve kudretine sahip olduğunu ayan beyan göstermektedir.
Sevgi, rıza-yı ilâhîye giden yolda şaşırtmaz bir nirengi ve önemli bir çarpandır; birçok yüksek duygunun da kaynağıdır. Bu kaynaktan neler neler fışkırır da kimisi gürül gürül, kimisi ılık bir akış edasıyla insanlık atmosferini kuşatır ve almaya açık sinelere dolar dolar boşalır. Başkaları için yaşama, müsamaha, hoşgörü, fedakârlık, şefkat, merhamet, affedicilik, yardımlaşma, dayanışma, saygı, hürmet… Onun kaynağından beslenen ulvî duygulardan bazılarıdır. Bunlar aynı zamanda sevginin de kaynaklarıdır. Birbirini besleyip duran âb-ı hayat gibidirler. Birlikte yaşamanın formülü, bu kaynaktan doğan ulvî duyguları kuşanmakta; kuşanıp kendini yollara vurmakta ve yolculuğunu kutsî bir misyona bağlamakta saklıdır. Gönülleri fethetme yolunda ellerinde sevgi kâseleri taşıyanlar eli boş dönmezler bu yolculuktan. Uğradıkları her menzilden bir damla, her duraktan bir nur alır ve yağmur yağmur boşalırlar aç gönüllere. Boşalırken de adeta bereketi muştular ve kuraklıktan çatlayan topraklar için müjde olurlar.
Aile, geçmişten bu güne uzanan sevgi zincirinin halkalarından biridir. Anne bu silsilede en mutena varlık, baba da muhkem bir dayanaktır. Çocuk ise bu yuvanın içerisinde adeta bir kuş yumurtası nazeninliğinde ışıldayıp durur. Çekirdek aileyi büyük aileye ve onu da Hz. Âdem’e bağlayan silsile, varlığını sevginin meşcereliğinde doğmaya ve büyümeye borçludur. Her yuva bir sevgi yumağıdır. Atkılarını dışa doğru salmazsa, içindeki güzellikler sadece kendini besler. Dışa salınacak her sevgi atkısı bizi “toplumsal aile”ye taşımanın başlangıcı oluverir. Yaşanan yer neresi olursa olsun, yuvadaki muhabbet iklimini umuma yayarsak, toplumsal aileye dönüşmemizin önünde bir mani kalır mı?
Kalabalıklar için yitik bir hazinedir sevgi. Onunla hem dem olup gününü pür nur, gecesini aydınlık eden her fert, toplumun kalbine onu besleyecek ve tedavi edecek bir damar ekler. Eklerken de kendini bir sevgi demliğine dönüştürür. Sevgi, demini aldıkça muhtaç gönüllere sunulur. Bugün için o yitik bir hazine olsa da kadimdeki zenginliğine ve bereketine kavuşma yolunda gün gün çoğalmakta ve kıymetlenmektedir. Onsuzluğun hafakanlarını yaşayan, bunalımlar içinde çırpınan ve ızdırap çeken kitleler, böyle bir sevgi rehabilitasyonuyla sağlıklı bir toplumun fertleri haline gelme sürecine girmiş olacaklardır, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Sevginin de bir ölçü içinde olması gerekir. Nefret duygusunu yaratan Rabbimiz, onun da yerli yerince kullanılmasını murat buyurur; günahtan nefret, kötü düşünce ve duygulardan, ahlaksızlıktan, gıybetten nefret… Yoksa bunlarla malul kişilerden nefret değil. İnsan sevilmelidir. Nefret edilecek olan insanın kendisi değil, fena duygu ve düşünceleridir. Sevgi toplumunun temsilcisi olmanın ve bu temsilde keyfiyeti derinleştirmenin yolu, bu dengenin kurulmasındadır. Kör ve sağır sevgi şaklabanı olmak değil, uyanık ve titiz sevgi işçiliği açabilecektir ancak keyfiyette derinleşmenin yolunu.
Ey insan! Unutma ki sende güzellikler uyaran sevgi solukları, başkaları için de yumuşak bir beste olacaktır. Senin beklentilerin, başkaları için de beklentidir. Sen, sen olmak istediğin gibi, başkaları da “kendisi” olarak kalmak ve “kendi” olmak ister. Aslında, kimsenin senin nasihatine ihtiyacı yok. Sen kendine nasihatçi ol. Bir sözün iksiriyle cümle âlem Cennet’e, bütün insanlık da Cennet ehline dönecek olsaydı, Yaratanımız bunu Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) nasip ederdi. Sana düşen Efendimizin ve O’nun yolunda olanların yolunda olmak ve hep bu yolda mesafe kat etmek adına içten dışa, dıştan içe adımlarını sıralamaktır. Tıpkı şairin solukladığı gibi:
Sonsuzluk kervanı, “peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!”
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter, kereminizden!
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben…[1]
Sevgiyi hislerimizin dar kalıplarından kurtarıp akıl ve mantığımızın ahengine teslim etmenin yollarını araştıralım. Onun sadece histen ibaret olduğunu zannetmek, akla karşı bir saygısızlık, mantığı hor görmek ve düşünceyi değersizleştirmek olur. Biz duygularımızdaki cevelanı akıl, mantık ve düşünce ile mezcederek sevgi yolları açmanın, ondan da aşka ulaşmanın yöntemlerini durmaksızın araştıralım. Bu yolda “müspet hareket” düşüncesi, insanlığa müspet bir katkı sunma adına iyi bir kılavuz olacaktır. Müspetin ipine tutunalım, menfiliklerin kapılarını kilitleyelim.
İnançta, düşüncede, yaşayışta müşterek paydalarımız o kadar çok ki bunları görmezden gelerek ayrıntılardaki ayrılıkları nazara vermenin bir gerekçesi yok. Ayrılıkları, aykırılıkları ve uzaklaşmaları körükleyen teferruatzede olmanın bize kazandıracağı, akıl tutulmasından başka bir şey değildir. Biri bin yapmanın yollarını aramak ve müşterekleri çoğaltarak bir arada yaşama duygusunun kılcallarına nüfuz etmek varken, birleri bir bir sağa sola savurmanın kim, hangi faydasını görebilir?
Sevgiyi, sevilmeyi kendimiz için nasıl istiyorsak, başkaları için de istemeliyiz. Zira sevgisizlik, kitleleri bir yığın haline getirir. Sevgisiz kitleler, ardına dizildikleri bir “kalbsizin” peşinden, sonu belirsiz, kaosa açık bir maceraya doğru sürüklenirler. Ne mutlu ki kendimizi içinde buluverdiğimiz mukaddes yuvanın sevgi çemberi, bizi bir kalb sahibi yapmıştır. Kalbî olanlar, o bahçelerin çiçeklerini kokladıkları için bir kalb sahibidirler. İnsan için kalbin yüklendiği maddî ve manevî vazifeler, bir lokomotifin icra ettiği fonksiyonlardan daha önemlidir. Unutmamalıyız ki kalbin hem en temel gıdası hem de en hayırlı meyvesi sevgidir. O halde onu sağlam tutalım.
Medet ey sevgisiyle kalbleri, bedenleri, şehirleri ve âlemleri var eden Rabbimiz!
Dipnot
[1] N.F. Kısakürek, Çile, İstanbul: Büyük Doğu, 1995. s. 65.