Bediüzzaman Hazretlerinin ilk eserlerinden Muhâkemat’ın “Unsuru’l-Belâgat” bölümünde; yerinde, tesirli ve güzel söz söyleme sanatı olan belâgatin ruhuyla alâkalı meseleler ele alınır. Aşağıdaki iktibasın yer aldığı birinci meselede, belâgat ile mantık ilişkisi tasvir ve tahlil edilir:
“Efkâr ve hissiyatın mecrâ-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantıkın üslûbu ise, müteselsil olan hakâike müteveccihtir. Hakâike giren fikirler ise, karşısında olan dekâik-i mâhiyatta nâfizdirler. Dekaik-i mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümid ve müstemmiddirler. Nizam-ı ekmelde her bir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise, mezâyâ ve letâif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinân-ı hilkatte cilveger olan ezhara perestiş eden ve şair denilen bülbüllerin nağamâtıdır. Bülbüllerin nağamâtına âheng-i rûhanî veren ise, nazm-ı maânîdir.”[1]
Üstad Hazretlerine göre, fikirler ve hisler için en uygun akış yolu, “nazm-ı maânî”dir. Nazm-ı maânî, mânâların intizamlı, sistematik, takip edilmesi kolay ve zihne, kalbe ve ruha hoş gelen bir tarzda inşa ve tanzim edilmesidir.
“Büluğ” kelimesiyle aynı kökten gelen ve “olgunlaşma” anlamına da gelen belâgatte[2] üç unsura dikkat çekilir: kelimeler, mânâlar ve nazım.[3] Nazım; maksada, ele alınan konuya ve muhataba en uygun kelime ve mânâları seçip inci gibi dizerek kavramlar arasında bir bağ teşkil etmek, “su gibi akma” anlamına da gelen “insicam”ı gerçekleştirmek, zihinler ve kalbler arasında sağlam bir kanal inşa ederek mânâ akışının sürekliliğini sağlamaktır. İnsicam, bir edebîkompozisyondaki fikirlerin birbiriyle mantıklı bir irtibat kurup intizamlı bir bütün teşkil etmesi demektir.[4]
Belâgatin en önemli unsuru nazımdır, sadece kelimeler veya mânâlar değil.[5] Maddî ve manevî olanı bir arada tutan ve perçinleyen nazımdır. Nazım; nurani bir sütun veya şeffaf ama sağlam bir çerçeve gibidir.[6] Lafız ve mânâlar bu görünmez, muhkem ve zarif yapıyla ayakta durur, birbirine bağlanır ve bir nakış teşkil eder. Bu yönüyle nazım, yaratılışı tanzim eden kader kalıpları gibidir.
Nazım, kelimeler, cümleler ve anlamlar arasındaki tenasübün ötesindedir. Nazım, bir metnin zarafetle nescedilmesi, güçlü bir şekilde dokunması, her unsurun yerli yerinde olmasıyla eksiksiz bir bütünlüğün his ve zevk edilmesidir.[7]
Nazım; bir cümlenin, bir önceki ve bir sonraki cümleyle, diğer alâkalı cümlelerle, metnin ana fikriyle, diğer metinlerle, metnin dışındaki zihnî tasavvurlar ve tasdiklerle ve hâricî hakikatlerle irtibatta olmasıdır. Akıl bu rabıtaları kurar, zihin fikreder, kalb hisseder, latifeler masseder ve ruh zevk eder. Mânâlar, nurlar ve feyizler özümsenir.
Kur’ân-ı Kerim öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa ve bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münasip bir kelime bulunamaz.[8] Kitabullah’ın taklit edilemezliği, benzerini telif etmede insanları ve cinleri âciz bırakan mucizeliğini ifade eden “i’caz”ın en mühim veçhelerinden biri, mahiyetindeki İlahî nazımdır.[9] Bu nazım öyle bir ruhtur ki insanların robotlara can verememesini akla getirir.
Kur’ân-ı Hakîm’in manevî tefsiri olan, yani mânâlarını bir arkeolog gibi açığa çıkaran, nurunu Kur’ân güneşinden alan Risale-i Nur Külliyatı’nı dikkatle okuduğumuzda, kalbleri ve akılları tasaffi etmiş asfiyada görüldüğü gibi, Üstad Hazretlerinin de böyle bir nazmın ve i’cazın cilvelerine mazhar olduğu fark edilebilir. Lüksemburg’daki özel bir lisede görev yapan bir arkadaşımız, öğretmenler odasında Sözler’in tercümesini okurken İngiliz Dili ve Edebiyatı alanında doktora yapmış olan bir İngiliz öğretmen merak ederek kitabı incelemek ister. Bir süre okuduktan sonra şöyle der: “Bu eser, İngilizceye yeni bir ruh kazandırmış.”
Nazımdaki anlam sürekliliği, mantık yardımıyla tesis edilebilir. Bilinenlerden bilinmeyenlere gitme metodu veya aklı hatalardan uzak tutma yolu olan mantık, zihinde tasavvur edilen önermelerle tasdik edilen hükümlerin ve zihnin hâricindeki hakikatlerin birbiriyle uyumlu olup olmadığını kontrol eder. Dil bilgisi hatasız beyanın, mantık da doğru düşünmenin kurallarını verir.[10]
Mantık; farklı tasavvurlar arasında ilişkiler kurarak hükümleri tasdik ederken yapılan akıl yürütmelerin sıhhatini teftiş eder. Zihinde tasavvur edilen kavramlar, başka kavramlara ve zihnin dışındaki gerçeklere işaret eder. Tefekkür, hâricîhakikatlere tekabül ederse tahkik gerçekleşir. Mevcudata Allah hesabına, mânâ-yı harfî nazarıyla bakarak, kalbe bağlı selim aklı kullanarak tahkik edilen mefhumlar ve mânâların nurları kalbe yerleşir, iz’an gerçekleşir.
İlim bir gıdadır. Aceleci zihin, hakikatin sadece kaymağını yemeye meyillidir. İlmin hazmedilmesi, dikkat ve tahkikle gerçekleşir. Hazmedilen ilim doyurur, paylaşılınca rahatsız etmez ve bereketlenir. Nurlu mantık kaideleri, zihni sathînazardan uzak tutar ve dikkate teşvik eder.[11]
Mânâ akışında kesintinin yaşanması; nazımda, insicamda ve mantık örgüsünde düğümler ve darboğazlar olduğuna işarettir. Anlamsızlık ve tutarsızlığın hissedildiği böyle bir durumda, bir metnin sathî yapısında, yani söz diziminde; dil bilgisi bakımından bir sıkıntı görülmese de metnin semantik boyutunda veya satır aralarındaki derin yapısında, mânâ akışını sekteye uğratan, gözle görülmeyen unsurlar mevcuttur. Mânâsı kapalı cümlelerde, muhatapların düşünce ve tahminlerini bölüp dağıtan, mânâsı açık cümlelerde ise hedefe ulaşmayı kolaylaştıran işaretler bulunur.[12]
Eşya ve hadiseler, canlı ve cansız şeyler, hâller ve sıfatlar, vakıalar ve münasebetler; zihne sembollerle yansır. Dil bu intikale aracılık eder. Talim-i esmâ, bir bakıma talim-i beyandır.[13] Rahman Rabbimiz, insana, işaretlerden işaret edilene intikal etme, sembollerle düşünebilme kabiliyetini ihsan etmiştir.
Bu ihsan sayesinde insan, hâricî hakikatleri enfüsüne sembolik olarak aktarabilme istidadına sahiptir. Kalbine doğan ve zihnine yansıyan mânâları da sözlü veya yazılı kelamla, hâl diliyle veya davranışla, sanat eserleri, mimarî yapılar veya tasarlanan herhangi bir nesneyle görünür ve paylaşılır hâle getirebilir. Beyan sıfatı olmasaydı ilim paylaşılamazdı. Fikirler ve hisler akacak bir mecra bulamazdı. Mânâlar hapsedilmiş hâlde kalır, kabiliyetler inkişaf etmezdi.[14]
Mantığın işleyiş tarzı, birbirini zincirleme takip eden hakikatlere dayanır. Zaman bir akıştır, hayat bir sürekliliktir, mânâ daimî bir hakikattir. Kelimeler fâni, anlamlar ölümsüzdür. Mânâlar, zamansız Zat’ın (celle celâluhu) şuunat, sıfat ve esmasının cilveleri olarak muhafaza edilir. Bu âlemde eşyanın hakikati sabittir, şeyler gelip geçicidir.[15]
Kutsî hakikatlerin cilvelerini okuyan ve latif nüktelere intikal etmeyi başaran, zahirden bâtına geçen fikirler, hakikate girer,[16] ele alınan konuların iç yüzlerindeki inceliklere nüfuz eder. Mevzuların derunundaki nükteler, âlemdeki kusursuz nizam (sistem) ile uyum ve yardımlaşma içindedir. Zat-ı Akdes’in lahutî cilveleri, ruhlarda, kalblerde, akıllarda, zihinlerde, kelimelerde, nesnelerde ve hadiselerde, birbirine ayna olacak, birbirini şerh edecek şekilde yansır. Nizamsız tekvin olmaz. Yaratılış, mantığı gerektirir.
Kusursuz nizamda yer alan her somut güzellikte, soyut bir güzellik gizlidir. Görülenin cemali, görülmeyenin hüsnünü aksettirir.
Mücerret güzellik; “ulvî keyfiyetler, üstün nitelikler ve çok ince hisler” şeklinde tarif edebileceğimiz belâgat çiçeklerinin bahçesidir. Bu bahçede salınan çiçeklere gönüllerini kaptıran şairler ve müellifler bülbül gibi şakırlar. İşte iki misal:
“Şimdi hayatının saadet içindeki kemâli ise: Senin hayatının aynasında temessül eden Şems-i Ezelî’nin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak O’na şevk göstermektir. O’nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nûrunu yerleştirmektir.”[17]
“Tabiatta mimarî, semalarla iç içe gibidir. Dağların, o mehîb edalarıyla başlarını semanın eteklerine dayamış gibi görünmeleri; göklerin, bu şiddetli vuslat arzusuna karşı kendilerini salıvermeleri, evet bu mimarî, bütünüyle ne tatlı bir remizdir! İnsan hayali, çiçeklere konup kalkan arılar gibi, onun güzelliğinin akislerine kona kalka ufka kadar ilerler… Oraya ulaşınca da yeniden başlayacak bir seferle, yolların gökler ötesi sonsuza doğru uzayıp gittiğini sanır. Sanır da ruhunun derinliklerinde ötelere ait nağmeler duymaya başlar. Hülyalarıyla bu âlemde uzun süre kalmayı başaranlar; sevdasıyla yanıp tutuştukları, hasretini vicdanlarında duydukları hakikî Sevgili’nin vuslatına erer ve bu tatlı rüyadan uyanmak istemezler.”[18]
Bülbüllerin nağmelerine ruhanî âhenk ve tenasüp veren şey, nazm-ı maânidir.
Hayırlı ve semereli bir hayat; O’nun adına tekrar tekrar başlamak, seyahate çıkılan yere dönüp yeni bir sefere çıkmak, bütün seferlerin sonunda iştiyakla O’na dönmektir.
Dipnotlar
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemât, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 63.
[2] Semira Karuko, El-Câhız ve Belâgat, İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2014; Rasim Soylu ve Mehmet Emin Kahraman, “Asar-ı Bediiyye’de Belâgat ve Göstergebilim”, Ekev Akademi Dergisi, yıl: 19, sayı: 64 (Güz 2015), s. 228.
[3] Hamid Naseem Rafiabadi, World Religions and Islam: A Critical Study Part-1, New Delhi: Sarup & Sons, 2003, s. 248.
[4] Nouman Ali Khan, Sharif Randhawa, Divine Speech: Exploring the Qur’an as Literature, Euless, TX: Bayyinah Institute, 2016, s. 281.
[5] Abdülkâhir el-Cürcanî, Delailu’l- İ’caz, tashih ve haşiye: M. Reşid Rıza, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1988, s. 398; Prof. Dr. Şadi Eren, “Kur’an Kelimelerindeki Mu’cizelik (İşârâtü’l-İ’câz Örneği)”, Katre: Kur’ân’ın İ’câzı Sayısı, Sayı: 2, 2016, s. 149–165.
[6] Hamîdüddîn el-Ferâhî ve Emîn Ahsen Islâhî, sûrelerde “amûd” (direk) olarak adlandırdıkları bir ana temanın bulunduğunu belirtirler. (Rafiabadi, a.g.e., s. 249). Seyyid Kutub bunu “mihver”, İbn Tabâtabâ ise “garaz” olarak isimlendirir. (Mustansir Mir, Coherence in the Qur’an. Washington: American Trust Publications, 1986, s. 68). Beyan tahlili uzmanı Teun van Dijk ise, metinlerde ana fikirlerin “makroyapılar” ile inşa edildiğini öne sürer. (Teun A. van Dijk, Macrostructures: An Interdisciplinary Study of Global Structures in Discourse, Interaction, and Cognition, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates, Publishers, 1980).
[7] Hamid al-Din Farahi, Exordium to Coherence in the Qur’an, ter. Tariq Mahmood Hashmi, Lahore: Al-Mawrid, 2013, s. 14.
[8] Celaleddin Suyutî, El-İtkan fi Ulumi’l-Kur’ân, Mısır, 1398/1978, II/78; Dr. Faruk Tuncer, “Kur’ân-ı Kerim’de Bütünlük”, Yeni Ümit, Ekim-Kasım-Aralık 1998, sayı: 42.
[9] Rachel Anne Friedman, Clarity, “Communication, and Understandability: Theorizing Language in al-Bāqillānī’s Iʿjāz al-Qurʾān and Uṣūl al-Fiqh Texts”, doktora tezi, University of California, Berkeley, 2015, s. 165.
[10] İbrahim Emiroğlu ve Hülya Altunya, Örnekleriyle Mantık Sözlüğü, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2018, s. 211.
[11] Bediüzzaman Said Nursî, Kızıl Îcâz, ter. Prof. Dr. Niyazi Beki, İstanbul: Tenvir Neşriyat, 2020, s. 236.
[12] Ebû Ya’kûb es-Sekkâkî, Miftâhu’l-Ulum: Belâgat, Ter. Zekeriya Çiçek, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2018, s. 498–499.
[13] “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara, 2/31). “Rahman ona (insana) konuşmayı öğretti.” (Rahman, 55/4).
[14] Abdülkâhir el-Cürcanî, Esrâru’l-Belâgat: Belâgatin Sırları, ter. Zekeriya Çiçek, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2018, s. 31–32.
[15] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 332.
[16] “Unsuru’l-Belâgat”tan yaptığımız iktibasta yer alan “hakâike giren” tabiri dikkat çekicidir. Üstad Hazretleri, külliyatında, “Eğer mukaddimeyi anladınsa gel, hakikate giriyoruz.” gibi cümleler kullanır. (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 586). Hakikate girmek, bir bakıma latifelerle İlahî isimlerin nuranî cilvelerine kök salmaktır: “Demek, tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar ve kökleri metin bir hakikate girmiş, kopmuyor.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 111).
[17] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 137.
[18] M. Fethullah Gülen, Zamanın Altın Dilimi (Çağ ve Nesil-4), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 125.