Duvarlar Engel Değildir

Duvarların dışında bahar yüzünü yeni yeni göstermeye başlamış, fakat kış soğuğunun betonların gölgesinden ayrılmaya niyeti yok gibiydi. Bu mevsimde güneş ışıkları avluya öğle saatlerinde birkaç saatliğine uğrar geçerdi ve koğuş sakinleri ondan faydalanmak için azamî gayret gösterirdi. Burada her şey gölgelerden ibaretti âdeta. Duvarların gölgeleri insanın içine işliyor, insanlar gölgeler gibi hayal meyal yaşıyor, günler yatay bir şekilde hayata düşüyor ve öylece kayıp gidiyordu.

Yusuf Öğretmen her sabah yaptığı gibi koğuşun küçük avlusunda yürüyüş yapıyordu. Avlunun koridora bakan kapısının sürgüleri gürültüyle açıldı ve kısa süre sonra kapandı. İçeriye ellili yaşlarda üstü başı perişan, derbeder bir adam getirmişlerdi. Neye uğradığının farkında olmayan adamcağız öylece avlu kapısında bekliyordu. Uzamış kır saçları dağınıktı. Kırışıklıklar zayıf yüzüne yorgun hatlar çizmişti. Anlaşılan uzun zamandır kendine bakamamıştı. Üzerinde lacivert bir güvenlik montu, içinde eski bir kazak ve altında işçi elbisesinden bozma bir pantolon vardı. Ayakkabıları yıpranmış ve kirliydi. Omuzları çökmüş, boynu öne eğilmiş, kolları yana düşmüş ve adeta rüzgârda savrulan partal bir elbise gibiydi.

Bu garip, bu her hâlinden buraya ait olmadığı anlaşılan adam, belli ki koğuş sakinlerinden çok farklı sebeplerle buraya düşmüştü. Hangi fırtınanın buraya attığı henüz bilinmeyen bu adamı içinde bulunduğu dalgınlıktan çekip çıkarmak göz göze geldiği Yusuf Öğretmen’e düşecekti: “Amca, hoş geldin. Buyur içeri girelim, soğukta bekleme.” sözleriyle ona doğru yürüdü, adamcağız ayakta zor duruyordu. Kadifemsi sesiyle yaklaşıp nazikçe kollarından tutan Yusuf Öğretmen’e göz ucuyla baktı; içinde huzur ve güven uyandıran bu sima onu rahatlatmıştı. Yavaş adımlarla içeri geçtiler. Beyaz plastik bir sandalyeye oturtulan adam düşünceli gibiydi ama aslında düşünemiyordu. Son birkaç günde yaşadıkları, hayatın bütün akışından koparmıştı kendisini. Önündeki masaya konan çay, onu bu ruh hâlinden çıkardı.

“Abi, açsındır sen şimdi” şeklindeki soru gibi teklife kafasını eğip sessiz kalınca özenle hazırlanmış bir kahvaltı tabağı çayın yanında önüne konuldu. Adam yiyecekleri görünce acıktığının farkına vardı ve çay bardağını eline alıp bir yudum aldı. Bu garip adam hayatında bu kadar teveccühe alışkın değildi. Hep hor görülmüş kılık kıyafetinden ve acınası hayat tarzından dolayı itilip kakılmıştı. Kahvaltısını yaparken karşısındaki insanları mahcubiyet ve şaşkınlıkla süzüyordu. Şaşkınlık sadece bu adama ait bir duygu değildi. Koğuş sakinleri de son zamanların iftiraya uğrayan insancıklarına benzemeyen bu adamın buraya nasıl düştüğünü merak ediyordu.

Sırası geldiğinde her şey anlaşılacaktı, ama adamcağızın öncelikle temizlenip kendine gelmesi gerekiyordu. Yusuf Öğretmen, genç arkadaşlardan Baki’yi çağırıp bir şeyler söyledi, Baki hemen merdivenlerden çıktı ve yeni koğuş arkadaşlarının yıkanması için gerekli malzemeleri hazırlamaya koyuldu. Yusuf Hoca bir şeyler yiyince yüzüne renk gelen adama: “Abi, isterseniz tanışalım” diyerek adını ve öğretmen olduğunu söyleyip nezaketle karşısındakinin ismini sordu. Adam içinde bulunduğu duygulardan sıyrılıp “Muhsin” diyebildi, sonra ekledi: “Eminönü’nde belediye park görevlisiydim.”

Yusuf Öğretmen, Muhsin Bey’e yorgun göründüğünü, koğuş çok kalabalık olduğu için biraz dinlendikten sonra da tanışabileceklerini, arkadaşların kendisi için temiz havlu ve elbise hazırladıklarını söyledi.

Muhsin Bey kendisine gösterilen beklemediği alâka karşısındaki duygu yoğunluğundan mıdır, yoksa son günlerde yaşadıklarının içinde kopardığı fırtınadan mıdır bilinmez, dayanamayıp gözyaşlarını dökmeye başladı. Hemen eline bir peçete verdiler. Gözyaşlarını silerken etrafına baktı. Dokunsan ağlayacak kıvamda olan arkadaşlarının da birlikte gözyaşı döktüğünü görünce daha da duygulandı ve hıçkırıklara boğuldu. Beraber ağlayabileceği dostları olması ne büyük saadetti bir garip için! Duygu ve gözyaşı seli dindiğinde oluşan bir rahatlama ile ayağa kalktı. Gözyaşları gönlünü ve ruhunu âdeta temizlemişti, şimdi de bedenini temizlemeliydi. Yıkanıp tıraş olduktan sonra tertemiz elbiselerle geldi, oturdu, önüne çay kondu. Yokluğunda dağılan koğuş sakinleri yeniden toparlandı. Yusuf Öğretmen, “Abi, pırıl pırıl olmuşsun maşallah, hele anlatıver olup biteni, neden düştün buralara.” Muhsin Bey son günlerde yaşadıklarını hatırlamaya çalışarak: “Ben de anlamadım ki, bayrok mudur nedir bir şey varmış telefonumda, vallahi öyle bir şey yapmadım desem de anlatamadım, kolumdan tutup getirdiler!” diyebildi ve yaklaşık bir ay önce sebepsizce işten atıldığını, dört beş gün önce de Galata Köprüsünde balık tutarken polislerin alıp götürdüğünü anlattı ve ekledi: “İki gün nezarette tuttular. Sonra bir sorgu bir sorgu… ‘Kim yükledi telefonuna bayroku, adını ver… isim ver salalım seni…’ falan, yok vallahi ben bayrok mayrok bilmem dedim, dinletemedim. Bu sabah da attılar beni buraya.”

Yusuf Öğretmen endişeli gözlerle kendisine bakan adamı rahatlatmak istiyordu: “Abi, sıkıntı yok. Seninki tamamen yanlış anlaşılma. Bize attıkları iftirayı sana da atmışlar, ama sanmam ki sende bir şey bulsunlar.”

“He vallahi iftira, ağzına sağlık, anlatamadım bunlara.” diye ekledi Muhsin Bey.

“Abi, o programı çocuklar falan yanlışlıkla yüklemiştir. Endişelenme yakında kokusu çıkar, bırakırlar seni Allah’ın izniyle.” sözleriyle moral verdiler koğuştaki arkadaşlar.

Muhsin Bey, bu güzel insanların buraya nasıl düştüklerini merak ediyordu: “Hocam, siz nasıl düştünüz buraya? Bu gençlerin suçu ne? Hiç hapse düşecek adamlara benzemiyorsunuz!”

Yusuf Öğretmen gülümsedi: “Biz son zamanların iftira kampanyasının kurbanlarıyız.” ‘Nasıl yani?’ der gibi bakıyordu Muhsin Bey. Cevap gecikmedi: “Abi, biliyorsun işte 15 Temmuz, terör örgütü falan işte.” Muhsin Bey anlamıştı kimlerin kastedildiğini: “Nasıl yani, siz onlardan mısınız? Oysa ben sizi çok farklı biliyordum.” dedi hayretler içinde. “Evet abi, görüyorsun işte. Bu tertemiz insanlar nasıl terörist olabilir? Bizden kimseye zarar gelmez.”

Muhsin Bey: “Bugüne kadar arkanızdan çok atıp tutuyordum” derken özür diler gibiydi. “Abi, sizin gibi halkımızın çoğunu kandıranlar utansın! Çok büyük zulümler yaptılar. Kadını, çocuğu, yaşlısı.. maalesef eziyetleri devam ediyor.” Yaşananları nemli gözlerle anlatan Yusuf Öğretmen, “Abi, belli ki bunları konuşmak için daha çok zamanımız olacak. Arkadaşlar size yatak ayarladılar.” sözleriyle Muhsin Bey’i dinlenmeye davet etti. Muhsin Bey kendisi için hazırlanan yatakta son günlerde yaşadığı olaylara anlam vermeye çalışırken yeni arkadaşlarının verdiği güven ve huzur ile tatlı bir uykuya daldı.

Sonraki günlerde koğuş arkadaşları Muhsin Bey’in kapalı görüşte eşi Nadire Hanım’a şunları söylediğine şahit olacaklardı: “Hanım, ben burada Kur’ân okumayı öğrendim. Bana Kur’ân ve seccade getir.”  Nadire Hanım şaşkın; “Şaka mı yapıyorsun Muhsin sen! Ne Kur’ân’ı ne seccadesi? Sen ne zaman beş vakit namaza başladın?”

“Hanım, ben çok değiştim. Buradaki arkadaşlar bana Kur’ân öğretti, namaza başlattı. Hem ne beş vakti adamlar yok ‘kuşcuk’, yok ‘evlabin’, yok ‘teveccüh’, yok ‘hacalet’ falan derken günde on vakit namaz kıldırıyorlar vallahi!”sözleriyle yeni arkadaşlarının ne kadar temiz ve güzel insanlar olduğunu anlattı. Her gün bol bol dua ettiklerini, hatimler okuduklarını eklemeyi ihmal etmedi. Her perşembe hatim duası okuduklarını kendisine de etsiz çiğ köfte yaptırdıklarını anlatan Muhsin Bey, hayatından o kadar memnun görünüyordu ki eşini şaşkınlık içinde bırakmıştı.

Muhsin Bey kendisine kucak açan koğuş arkadaşlarının elinden geldiğince ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor, kendisine gelen elbiseleri ve ayakkabıları arkadaşlarına hediye ediyor sonra dilekçe verip hesabından düşürüp eşinden tekrar istiyordu. Muhsin Bey bu şekilde yaklaşık yedi aydır cezaevinde huzurlu günler yaşıyordu. Koğuş arkadaşlarıyla bazen gülerek bazen de yaşanan zulümlerin ağırlığı altında gözyaşı dökerek günlerini geçiriyordu. Vefat eden baba ve annesine ve bütün arkadaşlarının geçmişlerine hatimler gönderiliyordu. Ve tabii bu çetrefilli sürecin ve zulmün sona ermesi için gözyaşları ile Cenâb-ı Hakk’a yalvarıyorlardı.

Derken bir gün mazgallar açıldı ve Muhsin Bey’in ismi okundu. Yanlış anlaşılma sebebiyle tutuklanmış olduğu ve tahliye edileceği bildirildi kendisine. Muhsin Bey şaşkındı. Çıkmak istemiyordu. Kapının önünde yere oturup tahliye olmamak için yalvaran adamın halini gören memurların ve koğuş arkadaşlarının şaşkınlıkları daha da büyüktü. Muhsin Bey, “N’olur içeride yapacaklarım var! Daha Kur’ân, tecvit dersimiz bitmedi. Hatmim bitmedi. Bir iki hafta müsaade edin. Ne olur, beni arkadaşlarımdan ayırmayın!” diyerek gözyaşlarıyla yalvarsa da görevlilere dinletemedi. Yusuf Öğretmen ve arkadaşları nazikçe kolundan tutarak Muhsin Bey’i ayağa kaldırdılar. Ardından şöyle teselli etti onu Yusuf Öğretmen: “Abi, burada rızkın bitti mi bir dakika durdurmazlar. Sen çık, bizleri de dualarında unutma. Gönüller bir olduktan sonra aradaki duvarlar engel değildir.”

 

 

Bu yazıyı paylaş