Küçüklerin Büyük İşleri ALYUVARLAR

Asâ-yı Musa adlı eserde Bediüzzaman Hazretleri, inançsızlığı temsil eden hayalî bir şahısla atomları ve hücreleri alegorik bir anlatımla konuşturur:

Hayalî şahıs, önce bir zerreye (atoma) gider. Senin sahibin, yaratıcın benim der. Atomu ikna etmeye çalışır. Atom ise kendine mahsus bir lisanla ona beklemediği bir cevap verir:

“Ben sayısız görevler yüklenmişim. Ayrı ayrı birçok varlıkta vazife yapıyorum. Her bir varlığın içine girip çıkıyorum. Sende bu görevleri bana yaptırabilecek bir güç, bir ilim var mı? Hem sonsuz sayıda atomlar hep birlikte hareket ediyoruz. Hepimiz aynı kanunlara tâbi olarak çalıştırılıyoruz. Bütün kâinata yetecek bir ilim ve hüküm (irade) sende var mı? Sen benden önce git bir alyuvarla konuş, bakalım ondaki olaylara hâkim olacak bir ilim sende var mı?”

O hayalî şahıs atomların dünyasından yani mikrokozmos’tan istediği cevabı alamayınca, bilimin mikrokozmos ve makrokozmos’dan (yıldızlar-galaksiler) sonra üçüncü sonsuzluk olarak kabul ettiği hücreye yönelir. Daha doğrusu Üstad Hazretleri o hayalî şahsı hücrelerle konuşturmaya başlar. Enteresandır ki, ilk durak alyuvarlar (kırmızı kan hücreleri),eritrositler olur.

Niçin Alyuvarlar?

İnsan vücudundaki çeşit ve özellikler açısından farklı hücrelerin sayısı 400 civarındadır; yeni çeşitler ise hâlen bulunmaya devam ediyor. Hücrelerin her birine son derece önemli vazifeler yüklenmiş. Beyin, karaciğer, kalp, böbrek, pankreas, kemik hücreleri gibi hayatî hücreler dururken Üstad, o hayalî şahsı önce alyuvarlarla, sonra temsilen diğer beden hücrelerinden biriyle konuşturur. Alyuvarların verdiği cevap da ilginçtir: “Ben yalnız değilim. Benim vücuttaki bütün hücrelerle irtibatım var, sende bütün vücuda hükmedebilecek bir ilim ve irade var mı? Bizdeki düzen o kadar mükemmeldir ki, ancak her şeyi görüp işiten, bilen bir zat bize hükmedebilir. Biz küçücük bir hücreyiz ama pek büyük vazifelerimiz var. Vazifemiz o kadar mühimdir ki seninle uğraşmaya, senin böyle manasız sözlerine cevap vermeye zamanım yok!” Bunun üzerine o hayalî şahıs hücrelerle konuşmaya çalışır. Konuşma bu minval üzere devam eder gider.

Bu hikâyenin başında inançsızlığın temsilcisi şahısla ilk konuşan hücre niçin alyuvar olmuştur? İnsan vücudunda ortalama 35-40 trilyon hücre var ve bunların 20 trilyon kadarını alyuvarlar teşkil ediyor. Vücudumuzdaki alyuvarları madeni paralar gibi üst üste dizebilseydik yaklaşık 60.000 kilometre yüksekliğinde muhteşem bir sütun olurdu. Eğer üst üste değil de yan yana dizme imkânı olsaydı 192.500 kilometrelik bir uzunluk meydana gelirdi. Eğer alyuvarları parke taşları gibi yan yana zemine serme imkânı olsaydı yaklaşık 4000 m²’lik bir sahayı kaplayacaktı. Vazifenin büyüklüğünü akla yakınlaştırmak için birkaç rakam daha verelim: Bir alyuvarın ömrü 120 gündür. Ömrü boyunca bir alyuvar vücudumuzda yaklaşık 300.000 sefer tur atar. Her saniyede 2,4 milyon yeni hücre yaratılır ve bir günde yaratılan yeni alyuvar sayısı 208 milyardır.

Akciğerlerden aldığı oksijeni vücudun bütün hücrelerine taşıyan ve dokularda üretilen karbondioksitleri de akciğerlere getirerek dışarı atılmasını sağlayan bu hücrelerimiz taşıdıkları demir atomu (Fe²⁺) sebebiyle kanımıza kırmızı rengini verirler. Alyuvarlar çok ilginç bir yapıya sahiptir: Bir hücrede olması gereken çekirdek, mitokondri, ribozom, lizozom ve golgi cihazı gibi organelleri olmayan tek hücre cinsidir. Tabir yerindeyse alyuvarlar adeta içi boş ölü hücre durumundadır. Ama hücrenin içi hemoglobin isimli demirli pigment ile tıka basa doldurulmuştur. İşte bu hemoglobin vesilesiyle bütün hücrelere oksijen taşınmakta ve adeta hayat üflenmektedir. Eğer alyuvarların içinde mitokondri olsaydı ve protein sentezi gerçekleşseydi akciğerden aldığı oksijenin çoğunu kendisi kullanır, bu durumda vücut hücreleri oksijensizlikten sonbahar yaprakları gibi çabucak yaşlanır ve ölürlerdi.

İlginç olan şudur: Alyuvarlar kemik iliğinde ilk üretildikleri gençlik dönemlerinde (retikülosit) çekirdekleri ve mitokondrileri olmasına rağmen, hâlâ çözülemeyen bir mekanizmayla birkaç gün içinde alyuvarların çekirdekleri bir arabanın jantının fırlaması gibi hücreden ayrılmakta ve bu esnada mitokondriyle beraber diğer organeller de yok olmaktadır. Çekirdek ve organeller kaybolmadan hemen önce protein sentezi (hemoglobin ve süperoksit dismutaz gibi diğer proteinler) olmakta yeterli miktarda protein üretilince çekirdek ve organellerin vazifesi bittiğinden alyuvarlardan uzaklaştırılmaktadır. Bir yandan yaradılış diğer yandan ölüm ve yok oluş süreci, Allah’ın “yuhyî” (hayat veren) ve “yumît” (ölüm veren) fiillerine ayna olmaktadır.

Her fani gibi vazifesini tamamlayan yaşlı alyuvarlar dalakta parçalanır, içlerindeki demir ve amino asitler israf edilmez, özel taşıyıcı proteinlerle taşınarak yeni üretimlerde tekrar kullanılırlar. Pek az protein parçası ve bilirubin gibi zararlı olabilecek kısımları ise karaciğer, böbrek ve bağırsaklar vasıtasıyla vücudumuzdan uzaklaştırılır.

Alyuvarlar Nerede Üretiliyor?

Belki şaşıracaksınız ama alyuvarlar çoğumuzun ölü zannettiği kırmızı kemik iliğinde üretilmektedir. Kemik iliği düz ve uzun kemiklerin merkezinde bulunan süngerimsi yumuşak ve yağlı bir dokudur. Kemik iliğindeki kök hücreler farklılaşarak alyuvar, akyuvar ve trombosit isimli kan hücrelerini oluşturur (hemopoiezis). Kemik iliği sanki vücudun ne kadar ihtiyacı olduğunu biliyormuş gibi ihtiyaca göre bu hücreleri üretir! İhtiyaç arttığında üretim hızlanır; azaldığında yavaşlar. Alyuvarların üretilmelerini uyaran esas faktör eritropoetin adlı hormondur. Bu noktada da kemik iliği, böbrek ve karaciğer arasında muhteşem bir iş birliğine şahit oluyoruz. Eritropoetin’in %90’ı böbreklerde, %10’u ise karaciğerde üretiliyor. Ayrıca alyuvar üretimi için amino asit, yağ, şeker, demir, folik asit ve B₁₂ vitaminine de ihtiyaç vardır.

Bir damla kanımızda yaklaşık 5 milyon adet alyuvar bulunuyor. Şimdi alyuvarlardan bir tanesini ele alıp biraz daha yakından bakalım. Alyuvarın içindeki hemoglobin, oksijeni taşıyan moleküldür. Her bir hemoglobin molekülü, 4 adet demir²⁺ (ferröz demir atomu = Fe²⁺) ihtiva ediyor. Oksijenler bu demire çok yakın mesafede, özel oyuklarda taşınıyor. Bir hemoglobin dört oksijen molekülü taşıma kapasitesine sahip (oksihemoglobin). Şimdi sıkı durun: Bir alyuvar içinde kaç adet hemoglobin vardır? 1, 5, 50, 100..? Hayır; yaklaşık 270 ila 300 milyon adet hemoglobin bir hücreye paketlenmiş durumdadır. Kıyaslarsak, küçücük bir alyuvar içinde neredeyse Amerika’da yaşayan insan sayısı kadar hemoglobin istiflenmiştir. Bir alyuvarın çapı 6-8 mikrometre (µm), hacmi 80-100 femtolitredir. Bu birimleri rakam olarak söyleyip geçmek kolaydır, ama biraz hayal etmeye çalışalım: 1 milimetreyi bine bölünce mikron, 1 mikronu tekrar bine bölünce milimikron karşımıza çıkıyor. Yani bir mm’nin milyonda biri…

Hayali bile zor. Bu kadar küçük bir hacimde yapılan işler o kadar büyük ki bilim insanları hücreye üçüncü kozmos (sonsuzluk âlemi) ismini veriyor. Hemoglobinin bir özelliği de proteinlerindeki Fe²⁺’ler elektron kapma kapasitesine, oksijenler de (O₂) elektron verme özelliğine sahip olarak yaratılmıştır. Bu kimyevî özelliklerine rağmen bir alyuvardaki 1,2 milyar Fe²⁺ atomu oksijenlerden elektron kapamaz! Çünkü Fe²⁺ ve oksijen arasındaki mesafe ona göre ayarlanmıştır. Oksijen ile demir arasındaki bağ hemoglobin halkasının düzlemiyle 121° açı yapacak şekilde düzenlenir. Bu açı 121° değil de 100° civarında olsaydı, O₂’lerin hemoglobine bağlılığı normalde 25.000 kat fazla olacak, bu durumda oksijen hücrelerde serbest kalamayacaktı! Ancak istisnai olarak Fe²⁺’lerin binde üçü oksijenlerden elektron kapabilir. Bu durumda Fe²⁺’ler Fe³⁺’e (ferrik demire) dönüşür, hemoglobinler de methemoglobin hâline gelir. Methemoglobinler ne O₂ ne de CO₂ taşıyabilir. Bu durumda alyuvarlar kemik iliğinde üretilirken, depolanan methemoglobin redüktaz ve süperoksit dismutaz, glutatyon peroksidaz isimli proteinler (enzimler) hızla devreye girerek hücrelere zarar verecek olan süperoksit radikallerini (elektron kaybetmiş oksijenleri) ortadan kaldırır, Fe³⁺’leri de tekrar Fe²⁺’ye dönüştürerek, görev yapamaz hâldeki methemoglobinleri görev yapan hemoglobin hâline dönüştürürler!

Alyuvarların ileride başına gelebilecek tehlikelere karşı tedbirlerle donatılmış olmasına, çekirdeklerinin ve organellerinin tam zamanında kaybolmasına kim karar veriyor? Bu reaksiyonlar bir ilim ve iradeyi göstermiyor mu? Alyuvarlar dört ay yaşarken, 8-14 gün ancak yaşayan akyuvarların ömrünü kim tayin ediyor? Bir alyuvarın yaklaşık üçte birlik bir hacmini dolduran, ama sayısı 270-300 milyon olan hemoglobinlerin üretim hızındaki dengeyi hangi mekanizma sağlıyor? Böbrekler kemik iliğindeki eritropoetin ihtiyacını nereden biliyor? Bütün bunlar bize başta ifade ettiğimiz, Üstad Bediüzzaman’ın hücrelere söylettiği “Biz pek küçük birer hücreyiz ama pek büyük vazifelerimiz var.” sözünü hatırlatıyor.

Alyuvarlar hariç bütün hücrelerimiz mitokondri isimli mikro enerji santrallerine sahiptir. Bu organellerde oksijen ve glukoz harika bir şekilde kullanılarak yani oksidatif fosforilasyon ile vücudun hem enerji ihtiyacı hem de 36,5-37,5 °C’lik vücut ısısı sağlanıyor. Alyuvarlar için de enerji gerekli, ama mitokondrileri olmadığından taşıdığı oksijenleri kullanamıyor (kullanabilseydi bu defa diğer vücut hücreleri özellikle kalp, karaciğer, beyin, böbrek vs. hücreleri mahrumiyet yaşayacaktı). Bunun için alyuvarların içinde glukoz özel fermentasyon (mayalanma) yoluyla parçalanmakta ve ihtiyacı kadar enerji elde edebilmektedir. Alyuvarın enerjiye ihtiyacı olmadığı zaman glukoz parçalanmasıyla meydana gelen ara ürünler başka yan reaksiyonlara kaydırılarak gereksiz enerji üretilmemektedir.

Vücudun komando askerleri gibi olan akyuvarlar (lökositler) ise parazit ve mikroplarla savaştığı için ömürleri daha kısadır ve bol enerjiye ihtiyaç duyduklarından çekirdekleri vardır; bölünür ve hızla çoğalırlar. Sayıları da alyuvarlardan daha azdır. Kanımızda her 800 alyuvara karşılık sadece bir akyuvar bulunur. Vücudumuzdaki hangi hücreye yahut kâinatta hangi noktaya bakarsak bakalım, harika matematik ölçülerle, mükemmel bir plan ve organizasyonla küçücük atomların, moleküllerin ve hücrelerin içlerine muhteşem kuvvetlerin bir ilim, hikmet ve kudretle yerleştirildiğine şahit oluyoruz.

Bu yazıyı paylaş