Tıbbî Etik ve İnsanlık

Hastalık mekanizmalarının anlaşılması ve yeni ilaçların geliştirilmesi için insan ve hayvanlar üzerinde deneylerin yapılması bir zaruret. Aksi takdirde bir ilerleme sağlanması çok zordur, çünkü bu durumda yeni bir ilacın tesirini insanda denemek mecburiyetinde kalınırdı. Bu tür çalışmalarda nelere dikkat edileceği hususunda zaman içinde birçok kaide ve yönetmelik yayımlandı. Büyük araştırma merkezlerinin, hastanelerin yapılacak araştırmaları tasdik etmek ve denetlemek için etik kurulları bulunuyor. Bir hayvanla veya insanlarla ilgili araştırma yapmayı planladığınızda bu heyetlere çalışmanızın gayesini, neyi bulmayı hedeflediğinizi, beklenen fayda veya zararları, yan tesirleri detaylı izah etmeniz, bu heyetlerden izin almanız gerekiyor. İzinden sonra etik kurul her türlü denetimde bulunabiliyor ve hatta gerektiğinde çalışmayı durdurabiliyor. Hayvan çalışmaları için en az sayıda canlıyı kullanmanız gerekiyor. Eğer araştırmanız insanlarla ilgili ise, hastaya çalışmanın ne için yapıldığını anlatmanız, mutlaka hastanın yazılı kabul imzasını almanız gerekiyor.

  1. Dünya Savaşı Esir Kampları ve Tıbbî Deneyler

 

Batı’da bütün bu kuralların çıkış noktası aslında 20. yy.’da yaşanan dramatik olaylardır. II. Dünya Savaşı sırasında Auschwitz ve diğer toplama kamplarında zulüm gören insanlar üzerinde birçok tıbbî araştırma yapıldı. O dönemin bilinen meşhur doktorlarından Josef Mengele ve diğerleri tarafından kişilerin rızası alınmadan, birçok deney ve cerrahi işlem, anestezik madde bile kullanılmadan insanlar üzerinde uygulandı.1 Savaş sonrasında Nuremberg Medical Trials veya Doctors’ Trial olarak bilinen mahkemelerde 23 Alman doktor ve yönetici yargılandı. Daha sonraki süreçte, Nuremberg Code adı verilen, insanlarda yapılacak klinik araştırmalar için etik ve kanunî kurallar geliştirildi.2

Etik olmayan benzeri araştırmalar II. Dünya Savaşı sırasında Asya’da da yapıldı. Japonlar işgal ettikleri Çin’de kurdukları Unit 731 adı verilen kamplarda birçok insan deneyi yaparak özellikle biyolojik silah geliştirmeye çalıştılar. Binlerce kişi üzerinde veba, kolera, sifilis (frengi), tifüs, şarbon, dizanteri vs. gibi farklı enfeksiyonların tesirleri araştırıldı. Yaklaşık olarak 250-300 bin sivil insanın bu kamplarda, bir kısmı deneylerde olmak üzere öldüğü tahmin ediliyor.3,4 Ancak bu deneyler savaş sonrasında bir yargılama konusu olmadı. General MacArthur savaş sonunda teslim olan Japonlarla anlaşarak, araştırma sonuçlarını almak şartı ile Unit 731’de çalışanlara gizlice dokunulmayacağı sözü verildi.5 Amerikalılar sonraki yıllarda savunmalarında deney sonuçlarının Sovyetler tarafından elde edilip biyolojik silah olarak kullanılmasını istemediklerini ifade ettiler.6

Savaş sırasında esir kamplarında yapılan deneylerden elde edilen bilimsel verilerin kullanılması ile ilgili tartışmalar daha sonra da devam etti. Donmanın ve zehirli gazlara maruz kalmanın vücuda etkileriyle ilgili bu kamplarda yapılan deney sonuçlarına 1984 yılına kadar birçok araştırmada atıfta bulunuldu. 1977 yılında, önemli bir tıp dergisi olan NEJM, esir kamplarında yapılan deneylere atıf yapılmasının kabul edilemeyeceğini açıkladı. Daha sonra Körfez Savaşı’nda gaza maruz kalan askerlerin tedavisinde bu araştırma sonuçlarından elde edilen verilerin kullanılması tartışma konusu oldu. Ancak neticede bu verilerin kullanılmasının etik olmadığı kararına varıldı.1,2

Savaş Sonrası Etik Olmayan Sifilis (Frengi) Çalışmaları 

İnsan çalışmalarına düzenleme getirme düşüncesiyle etik prensiplerin konulmasını zaruri hâle getiren diğer bir hadise ise ABD’de yaşanan Tuskegee Sifilis Araştırmasıdır. Devlet desteğiyle planlanan çalışmada Alabama eyaletinde yaşayan düşük gelirli, sağlık güvencesi ve eğitimi olmayan 399 siyahî sifilis hastası bedava yemek ve doktor muayenesi gibi vaatlerle deneye alınarak sifilisin seyrinin araştırılması hedeflenmişti. Araştırmanın başladığı 1932’de bu hastalığın henüz güçlü bir tedavisi yoktu. 1947’de penisilin bulunduktan sonra frengi kolaylıkla tedavi edilebilir duruma geldi. Ancak araştırmayı organize edenler, hastanenin doktorlarını bu hastalara tedavi vermemeleri ve hastalığın seyrini takip etmeye devam etmeleri gerektiği konusunda ikna ediyorlar. Kamuoyu ancak 1972 yılında olayın basına intikal etmesiyle bu vahim cinayet durumunun farkına varıyor. Tabii ki bu süre içerisinde birçok hasta frengi veya komplikasyonları sebebiyle ölüyor, kör kalıyor ve hastalık birçok çocuğa geçiyor. Amerikan Kongresi olay hakkında 1973 yılında bir inceleme yapıyor ve insanları konu alan klinik araştırmalar için kurallar tekrar düzenleniyor.

Ancak, olayın duyulması sonucunda birçok siyahî Amerikalıda sağlık sistemine, doktorlara ve aşılara karşı soğukluğu hâlen devam eden ciddi bir güven kaybı meydana geliyor. 1997 yılında Başkan Clinton hayatta kalan kişileri Beyaz Saray’a davet edip resmi olarak özür diliyor.

Projenin ABD devleti tarafından desteklenen diğer ayağında ise 1946-48 arasında Guatemala’da, hiçbir bilgi verilmeksizin akıl-ruh sağlığı yönünden problem yaşayan 700 mahkûma sifilis dâhil bazı hastalıklar bulaştırılarak penisilinin etkisi değerlendirildi. Bu hastaların bir kısmına tedavi verilmeyerek hastalığın sonuçları takip edildi. Hadisenin korkunçluğu ancak 2010’da görülebildi ve Başkan Obama, Guatemala Başkanı’nı arayarak resmen özür diledi.7

Geçmişte Tıbbî Etik ve Hasta Onayı 

Eski Yunan döneminde meşhur hekimlerden Hipokrat’ın hâlen kullanılan yemini, tıp etiğiyle ilgili en eski belgedir. O dönemden kalan, kaynağı tam olarak bilinmeyen meşhur ifade ile hekimlerin uygulamadaki en önemli esası “primum non nocere” yani “öncelikle zarar vermeme” prensibi idi. İslâmiyet’ten sonra tıbbın gelişmesiyle Müslüman bilim adamları bu sahadaki etiğin gelişmesine ciddi katkıda bulundular. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) konu ile ilgili “Kim bilgisi olmadığı hâlde hekimlik yapmaya kalkışırsa, sebep olacağı zararı öder.”* buyurarak tıp pratiğinde liyakatin gerekli olduğunu ve hekimlerin tıbbî uygulamalarından sorumlu olduğunu ifade ediyor.8 Hazreti Ali (radıyallâhu anh) halifeliği esnasında yaptığı bir konuşmasında hekimlerin birini tedavi edeceği zaman kendileri için berat almasını, almadığı takdirde verdiği zararı tazmin edeceğini söylüyor. Osmanlılar bu tavsiyeyi hayata geçirerek tıbbî müdahale öncesinde rıza senedi alınmasını şart koşmuş ve bunların kayıtlarını tutmuştur. Dikkat çekici olarak, Osmanlı Dönemi’nde hastalardan alınan rıza senetlerinin günümüzdeki ilaç çalışmalarında kullanılan aydınlatılmış onay belgeleriyle benzer şekilde, rıza ehliyeti olması, hastaların tedavi hakkında detaylı olarak bilgilendirilmesi gibi şartların Nuremberg kodundan yıllarca önce dikkate alındığı görülmektedir.9

Günümüzde İnsan Deneylerinin Devamı 

Maalesef bütün ilerlemeler ve yaşanan tecrübelere rağmen hâlen etik olmayan tıbbî yöntemlerin insanlar üzerinde uygulanmasına devam edilmektedir. Lancet ve Nature gibi çok bilinen tıp dergilerinde çıkan makaleler ve uluslararası raporlara göre Çin’de Uygurlara karşı zorunlu kısırlaştırma, gönüllü olmadan organ nakline zorlama gibi uygulamalar yaygın şekilde devam etmektedir. Uygur azınlığa zorla genetik-DNA testleri yapılarak bu insanlara potansiyel olarak organ üretim çiftliği gibi davranıldığına dair birçok delil bulunmaktadır.10,11

İslâmî hukuk açısından baktığımızda dinin temel gayelerinden olan akıl, hayat, nesil, mal ve dinin korunması esaslarından birisi olan hayatın korunması prensibinin tıbbî çalışmalarda dikkate alınması, ihlal edilmemesi gerekmektedir. İlaç çalışmaları Mecelle’nin şu kuralına göre tanzim edilebilir: “Zarar-ı âmmı def’ için zarar-ı hâs ihtiyar olunur.” (Genel, yani umumi ve büyük bir zararı önlemek için, özel yani daha küçük zarar tercih edilir). Meselâ; oldukça ileri seviyede metastaz yapmış bir kanser türünde, ilk defa kullanılan bir ilaç çalışmasına kendi adına risk alarak gönüllü olarak katılan hastalar eğer çalışma olumlu sonuçlanırsa aslında insanlığa çok büyük bir iyilik yapmış, ciddi bir fedakârlıkta bulunmuş olur. Hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır.”12Sonuçta tıbbın ilerlemesi ve hastalıkların tedavilerinin bulunması için iyi tasarlanmış çalışmaların organize edilmesi; konusunda uzman, hasta haklarını gözeten, vicdan sahibi araştırıcıların yanında, insanlığa fayda sağlamak isteyen, fedakâr, çalışma hakkında şeffaf bir şekilde bilgilendirilmiş hastaların bir araya gelmesi gerekmektedir.

Dipnot

* Ebu Dâvud, Diyât 23; Nesâî, Kasame 41; İbn-i Mâce, Tıbb 16.

Kaynaklar

1-https://en.wikipedia.org/wiki/Nazi_human_experimentation

2-https://encyclopedia.ushmm.org/content/en/article/nazi-medical-experiments

3-https://www.pacificatrocities.org/human-experimentation.html

4-https://en.wikipedia.org/wiki/Unit_731

5-Hal Gold, Unit 731 Testimony, 2003, p. 109.

6-McNaught, Anita, (1 February 2002). Murch, Fiona; Durrani, Farah (eds.). “Unit 731: Japan’s biological force”BBC News.

7-https://www.history.com/news/the-infamous-40-year-tuskegee-study 

8-Abdurrezzak as-San’anî, el-Musannef, c.9, s. 471.

9-Zorlu, S. E., “İslam ve Osmanlı Hukukuna Göre Tıbbî Müdahalenin Hukuka Uygunluk Şartları”, Uluslararası II. Türk Hukuk Tarihi Kongresi Bildirileri, 13-14 Mayıs 2016, İstanbul, 2016, cilt: I, s. 765-797.

10-Lancet 2021; 397: 93-194.

11-Nature 2024; 625-650.

12-Buhârî, Megâzî, 35.

Bu yazıyı paylaş