Totaliter rejimin mecburi dinlenmeye aldığı veya “nadas zamanı” dediği bir siyasetçiye ait mesaj paylaşımına rastladım sosyal medyada gezinirken. “66 gündür ilk kez gökyüzünü tel örgüsüz gördüğünü” ifade etmekteydi. Normal koğuş avlusunda olan, fakat spor sahasında olmadığından “Tel örgüsüz bir avuç gökyüzü gördüm.” cümlesi, aldı götürdü beni cezaevi hatıralarıma.
“Tiyatronun” üzerinden on gün geçmeden kendimizi gözaltı koğuşunda bulmuştuk. Yeşilçam filmlerinden akılda kalmış olsa gerek; “Güneşi bir daha ne zaman görürüz?” diye düşündüğümüz, “Kaç yıl kalır, ne zaman çıkarız?” hesabı yaptığımız, karabasanı yaşatan günler. Hukukun, yasaların ayaklar altına alındığı, karakola bizim için bırakılan havlu ve giysilerin bile teslim edilmediği, nezarete girdiğimiz elbise ile on gün sonra mahkemeye çıktığımız günler. Akşam saatlerinde başlayan mahkeme sabaha karşı neticelendi ve bir cuma günü sabahında, kendimizi meşhur cezaevinde bulmuş olduk.
Kanun hükmünde kararname ile ihraç edilenlerin listesi, mahkeme neticelenmeden hakkımızda verilen kararın tebliğiydi; yani çalıştığımız kurum ile ilişiğimiz kesilmiş, önce işsizlik ve açlığa mahkûm edilmiştik. Tiyatro ve iftiralarla ilgili televizyon ve gazete haberleri kesintisiz devam ederken, ümitlerimizi tüketmeye ve huzurumuzu bozmaya yönelik propaganda haberleri, her bireyi içeride farklı etkilese de Allah’a olan itimat, güven ve tevekkülümüz umutlarımızı yeşerten yegâne sebep idi. Günlerin kısalmaya başladığı sonbahar günlerinin akşamında, özellikle de dolunay olduğu zamanlarda, camdan bakarak Ay’ı izler; galaksiler, yıldızlar, Güneş ve Dünya kısaca arz ve semavatı yaratan Kudret’in (celle celâluhu) büyüklüğünü düşünür, tefekkür ederdik. Seyrederken kameri; bazen İbrahim Peygamber’in (aleyhisselâm) “Batan Ay ve Güneş ilah olamaz” düşüncesiyle Allah’a yönelmesini, bazen de Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtu ve’s-selâm) Mu’cizât-ı Ahmediye’lerinden en önemli misal olan Şakk-ı Kamer mucizesini hatırlardık. Âdil-i Mutlak olan Allah’a hamdederek tahliye umutlarımızı canlı tutmaya çalıştığımız günler, arz ve semadakilerin deverânı ile birer birer geçip gitmekteydi.
Sabah akşam, koğuş içindeki mahpus sayısından çok gardiyanın koğuşa girmesiyle yapılan sayım (yoklama), ilk günden tahliye olana kadar en çok garipsediğim bir uygulama idi. Zira bana göre, çok sayıda kamera ile koğuş ve avlunun gözlendiği bir mekândan kaçmak, hayal bile edilemezdi. Daha önemlisi “askerlik” hariç eline silah almamış, işyeri veya evinde kitaptan başka bir “suç unsuru” bulunmayan, ama silahlı terör örgütü üyesi olmakla suçlanan yüz binlerce insandan cezaevinden kaçma teşebbüsünde bulunanı bırakın, hiç düşünen olmuş mudur acaba? “Kurallar” denecek olursa; kurallara uymada onlardan daha uysal insan prototipi kalmamıştır yurdum cezaevlerinde. Necip Fazıl’ın;
“Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!
İnsanlar zindanda birer kemmiyet”
dizelerinde ifadesini bulan “Sayım”; 1 – 2 – 3 …… 28 – 29 – 30 son! Yoklama tamam!” Adı yoklama olsa da aslında sabah-akşam mutad bir çeşit işkence.
Sabah 8’de açılan ve akşamın erken saatlerinde tekrar kilitlenen kapısından, teneffüse çıkan çocuklar gibi sevinerek çıktığımız avlu; cezaevi tabiriyle “volta atma”, yürüyüş veya hafif koşar adım hızlı yürüme yaparak “zamanın tüketildiği”, altıya sekiz metre ebadı ile yaklaşık 50 metrekarelik bir alan. İşte bu alanda avluya bakan üç adet cam pencerede bulunan demir parmaklıkları bazen “barfiks” hareketi yapmak için kullanmaya çalışıyor, bazen de üst kısımlarına ellerimle tutunarak yerden bir metre kadar yükseklikte olan bu pencerelere atlıyorum, tekrar zemine geri atlayarak egzersiz yapmaya ve eğlenerek vakit geçirmeye çalışıyorum.
Bu şekilde günler geçerken aralık ayı ikinci hafta sonu dış kapılarda, erken saatlerde yapılan motorlu demir testere ve kaynak işlerinin gürültüsü, günün sürpriziydi. Nedir acaba diye merak ediyoruz; anlıyoruz ki, koğuşa açılan kapıdan önceki ikinci kapıya, ikinci bir kilit daha takıyorlar. Diğer koğuş girişlerinin de yer aldığı koridor başında demir parmaklıklardaki kapı kilitli ilk kapı, koridordan koğuşa geçişi sağlayan iki kapının koridor tarafındaki kapıya ikinci bir kilit daha yapıyorlardı. O kapıdan sonra koğuşa bakan kilitli bir kapı daha var. Dolayısıyla mevcut kilitlere, iki kilit daha eklenerek ana koridordakileri de sayarsak en az altı kilit açılarak bir koğuşa ulaşılabilecekti. Bana göre, gereksiz olan o kapıya sürgülü bir kilit varken, başka bir asma ve sürgülü kilidin takılması herkese garip gelmişti.
Aralık ayının üçüncü haftası başlangıcında ise (17-25 tarihleri yani) asıl sürprizle karşılaştık. Avlunun üzeri de tamamen “tel örgü” ile kapatılıyordu. Gökyüzü, bulutlar, Güneş ve Ay ile aramıza sanki bir tül perde çekilmişti. “Ağaç kabuğu yesinler!”, “Su bile yok!” denen mazlumlara gün ve ay ışığı da engelsiz olamazdı, kısıtlanmalıydı. Devletlüler öyle buyurdu ve uygun gördüyse elbette derhâl yapılmalıydı. Hadiselerin seyrine bakıldığında elbette daha başka; tel örgü üreten ve satanlar veya devletlüler için “kazanç kapısı, menfaat temini” gibi sebepleri de olabilirdi. Zamanlama ise zaten başlı başına mesaj yüklü, istisnâî bir sebep olmaya adaydı. Bu durum da elbette ardı arkası gelmeyen iftiralara eklenmeli, senaryo soğutulmamalı, topluma korku salınmaya devam edilmeliydi. Birkaç gün sonrasının gazete manşetleri; “Cezaevinden helikopterle kaçacaklardı.” Ama ben, bütün bunların yanı sıra, zaman zaman kendimi suçluyor; avluda demir parmaklıklara tutunarak pencerelere atlamalarımın, bu tel örgülerle avlunun üzerini kapatma sebebi olabilir miydidüşüncesinden kendimi alamıyordum. Avluyu gözleyen kamera görüntülerini 24 saat izleyen cezaevi yönetimi, “Kaçırmayalım şu bücürü!” diye düşünmüş olabilir miydi? Belki de…
Aylar sonra, ilk mahkeme neticesinde tahliye kararı verildi. Açık görüşte ziyaretime gelen annemi görmek için gittiğim köyümde, bir akrabam bana “insanlık gereği” geçmiş olsun bile demeyip konuşmazken, bir arkadaşım da selam bile vermemişti. Çalıştığım kuruma, kalan eşyalarımı almaya gittiğimde, “Odamda güya dinleme cihazları bulunmuş”şeklindeki dedikodu ve iftirayı işitiyordum. Cihaz dedikleri de bilgisayara takılan “kulaklık”. İnsana güler misin ağlar mısın dedirten algı oyunlarına bir örnek.
Cezaevinde gökyüzü, güneş, yıldızlar ve ay ışığı ile aramıza şeffaf bir duvar ya da perde gibi, tel örgülerin çekilmesi de aslında; bir çeşit zulüm ve işkenceden başka bir şey değildi. Zira sahibi kafesin kapısını açarak oda içinde kuşların uçmasına izin verse de sürekli kapı ve pencerenin açık olup olmadığı endişesine de sahiptir. Sahip olma duygusu ile kaybetme korkusu kol kola, yani birliktedir. O korku zamanla kuşların kanat çırpmasından korkar hâle gelmesine de sebep olabilir.
Makyavelist düşünce; devleti yönetenlerin duygularına kapılmadan, merhamet gibi insanî değerleri bir kenara bırakarak iktidarı korumaya odaklanmasıdır. Bu anlayış, emek verip arzu ettiği şeye ulaşamayan bireyleri, başkaları aleyhine kullanmaktan da çekinmez; onları kendi amaçları doğrultusunda kolayca harekete geçirebilir. 15 Temmuz, yıllar öncesinden temelleri atılmaya başlanan ve tarihteki benzerlerinden daha büyük ve korkunç bir kumpas olup, bir topluluğa karşı akla hayale gelmedik iddialar ve iftiralarla beslenen bir ayrımcılık ve soykırım olayıdır.
Totaliter rejimlerde korku, geçici bir baskı değil, gündelik hayatın bir parçasıdır. Zalimin en korktuğu şey, gerçeklerin ortaya çıkmasıdır. Korku imparatorlukları, baskı ve yalan üzerine inşa edilse de zamanı gelince karıncalar kanatlanıp uçabileceği gibi, bir sinek de zalimin burnundan girerek ulaştığı dimağda vazifesini yapar. Korkunun ecele hiçbir faydası yoktur; olmadığını, hadiselerin en iyi müfessiri olan zaman elbette gösterecektir.