Sözlükte “dolmak, doldurmak; yardım etmek, danışmak” mânâlarına gelen mel’ kökünden türemiş bir isim olan mele’kelimesi “bir görüş ve bir inanç etrafında bir araya gelen topluluk, toplumun ileri gelenleri, seçkinler, fikir danışılan ve görüşleri alınan kimseler”[i] anlamına gelmektedir.
Bu kavram Kur’ân-ı Kerîm’de ise, genellikle kendilerini peygamberlerin karşısına koyan seçkin kimseleri ifade eder ki, bu grubu oluşturan insanlar genellikle inkârcı, kibirli, zalim, küçümseyici, zenginliklerinden dolayı şımarıp azgınlaşmış, inatçı ve alaycı gibi olumsuz özellikleriyle anlatılır. Bu kelime aynı zamanda bilgi, güç, kuvvet, makam, mevki ve lidere yakınlık anlamlarını da içermektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de çoğu zaman Hazreti Mûsâ (aleyhisselâm) ve Firavun’dan bahseden âyet-i kerimelerde olmak üzere özellikle peygamber kıssalarında otuz yerde geçmekte olup hadis-i şeriflerde de aynı anlamlarda kullanıldığı görülmektedir.[ii] Peygamber kıssaları dışında iki âyette de yüce topluluk anlamına gelen “el-mele’ü’l-a’lâ” ifadesi[iii]yer almaktadır.
Bu kelime bizim kültürümüzde ise özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde, daha çok kendilerine fikir danışılan, kanaat önderi, saygın ve itibarlı din adamları için kullanılır.
Olumsuz anlamda mele’ ifadesinin günümüze yansımasını daha çok diktatör rejimlerde görürüz. Diktatörlükle yönetilen çok sayıda ülke vardır ve bu yaklaşım 21. yüzyılın başında yükselişe geçmiştir. Genellikle bu ülkeler eğitimde, ekonomide ve hukuki anlamda sınıfta kalmışlardır. Dünya tarihine bakıldığında ise “en yaygın” rejim tipidir ve bu konuda oluşmuş ciddi bir birikim vardır. Diktatör yönetici ne derse veya ne karar verirse halk bu karara ister istemez uyar. Çünkü kendilerini yetersiz görürler ve mevcut durumun bozulmasından korkarlar. Yönetici ve mele’si (elitleri) de bu zaafı en iyi şekilde kullanarak sistemin devamını sağlarlar. Bu sırada halk ise çoktan gönüllü kulluğu kabullenmiştir.
Her peygamber kendi kavminde kayadan sert bu mele’ grubuna karşı büyük mücadele vermiştir. Yeniden dirilişi, ahireti inkâr etme, peygamberleri küçümseme ve onları yalancılıkla itham etme bu kişilerin ittifak ettiği konulardır. Kur’ân, yapılan davete karşı çıkan bu ileri gelenleri küfrün temsilcisi olarak sembolize eder, ancak isimler üzerinde durmaz. Zira ileri gelenlerin kimliği değişse de tarihi süreçte tevhit düzenine karşı fikirleri hep aynı olagelmiştir.
Kur’ân’da mütref (refah yüzünden şımarıp azmış) (İsrâ 17/16), sâdât ve küberâ (liderler ve ileri gelenler) (Ahzâb 33/67) tabirleri de mele’ kavramına yakın anlamda kullanılmıştır. Kelimenin Arapça kök itibariyle türediği trf fiilinin mastarı turfe, nimet, huzur ve refah anlamlarına gelir. Mütref kavramı ise, kendi hâline terk olunmuş, başıboş bırakılmış kişi için kullanılır. Bu kişi pervasızca gönlünden geçenleri icra eder ve amel hâline dönüştürür.[iv] Türkçede taraf ve tarafgirlikkelimelerini de anımsatan bu kavramlarla ifade edilen yöneticiler şımarıklıkları, açgözlülükleri ve hırsları sebebiyle genellikle idare ettikleri toplumları helâke götürürler.
Ayrıca bu kişiler nimet ve refahın azdırdığı, hak ve hakikate kör olmuş, hep daha fazlasını isteyen, kibirli, halka yüksekten bakan, fildişi kulelerinde zevk ü sefa süren firavunlar, tiranlar, zorba krallardır. Bu kimseler elde ettikleriyle hiçbir zaman tatmin olmazlar, yanlış davranışlarına itiraz edenleri dinlemez hatta onları cezalandırırlar. Tek doğruyu kendilerinin bildiğini sanıp cehl-i mürekkep içinde bocalar dururlar ve sonunda kendilerini ilah olarak görmeye başlarlar. Bizim “sonradan görme” diye bildiğimiz tanıma tam olarak uyan tiplerdir bunlar.
Bunun güncel Batı dilindeki diğer adı ise “obskürantizm”dir. Kelimenin başka türevi olan obscurant “ilerlemeye ve ilme karşı olan, bilgisizlik taraftarı ve gerici kimse” anlamlarına gelir. Bu kavram daha sonra farklı sosyal kesimlerin benimsediği bir ideoloji hâline gelir. Amaç hak ve hakikatin halk tarafından bilinmesinin kasıtlı olarak önlenmesidir. Bu ideolojiyi savunanlar ise genellikle az gelişmiş toplumların kanaat önderleri ve politikacılarıdır. Zorba yöneticilerin zalim mele’leri ise ister sözlü isterse yazılı iletişim araçlarıyla halkın bilinç seviyesinin yok olmasına çalışırlar ve “Sen bilemezsin, sen sana yetemezsin, sen hep yarımsın, daima üst bir akla ve idare edilmeye, güdülmeye muhtaçsın.” fikrini empoze ederler. Bu şekilde bireysel tek tipleştirmenin yanında, üniform bir toplum amaçlarlar.
“Uyarmak üzere Peygamber gönderdiğimiz hiçbir belde yoktur ki, onların ileri gelen, varlıklı ve şımarık olanları: ‘Biz sizinle gönderilen şeyleri reddediyoruz, bunu böyle bilesiniz!’ demiş olmasınlar. Ve ilave ettiler: ‘Bizim malımız da evladımız da sizinkinden daha fazla, sizden daha güçlüyüz. Biz öyle iddia ettiğiniz gibi azaba falan da uğrayacak değiliz!’ De ki: ‘Rabbim dilediği kimsenin rızkını, nasibini bollaştırır, dilediğinin nasibini kısar. Ama insanların ekserisi bu gerçeği bilmezler.’”[v]
Sebe’ sûresinin 34. âyet-i kerimesinde geçen mütref kavramı bu azgın yönetici grubunun sefahat içinde olduğunu anlatır. Sahip oldukları servet onları fısk u fücur içinde bırakmış, her tür günahın içinde boğulmuşlardır. Pervasız günah işlenen bu toplumların sonu, her zaman helak olmuştur. Ebû Leheb misali mal ve nüfuz çokluğunun kendilerini asla zor durumda bırakmayacağını düşünürler. Rızkı verenin Allah olduğunu unuturlar ve bu imtihanda kaybedenler olarak azaba dûçar olurlar. Bilmezler ki verilen servet ve nüfuz çokluğu onların imtihanıdır. Tekâsür (biriktirme ve sayı çokluğu) virüsünden hastalık kapmışlardır. Çok olanın hak olduğunu sanırlar. Her şeyde çoğa takıntılı, sayısal çokluk düşkünü, niceliğin egemenliğine tapan insan tipleridir. Tüm Firavunlar, çokluk tutkusunun esiri olup; onlara piramitler ve kuleler inşa ettiren de çokluk hastalığıdır. Ancak manidardır ki onun piramitlerinden ve kulelerinden daha heybetli dalgalar arasında boğulup gitmiştir. Kârun’u Kârun yapan malı, mülkü ve nüfuzu onu yerin dibine batmaktan kurtaramamıştır. Ebrehe heybetli filleriyle Kabe’yi yıkmaya geldiğinde minik kuşların attığı küçücük taşlara mağlup olmuştur. Herkese korku salan Nemrut’un ölümüne neden olan bir sinekti. İbret alabilene tarih bu örneklerle doludur. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin bu konuda çok güzel bir tespiti vardır: “Vahdette, ferdiyette, bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı o intisap kuvvetiyle mağlûp edebildiği gibi, nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi, dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir.”[vi]
Güç ve nüfuzun devamı için yöneticinin “mele’” grubuna, “mele’”nin de yöneticiye ihtiyacı vardır. Bu karşılıklı bir çıkar ilişkisidir. Lideri yönlendiren sayıca az danışman heyetinin yüzlerce kişiden oluşan ayak takımı vardır. Bu kişiler aldıkları talimatlar doğrultusunda halkı yönlendirmek için var güçleriyle çalışırlar. Bu grupların tek amacı ise rahat(!) ve zengin bir hayat sürmek, nüfuzlarının devamını sağlamaktır. Bu uğurda gerekirse adalet, eğitim, ekonomi, kültür, sanat ve özellikle de din, çıkarlar doğrultusunda kullanılır. Günümüzde genelde Müslüman ülkelere baktığımızda bu manzarayı çok net görebiliriz. Bazen halka zorla benimsetilen davranışlar o kadar içselleştirilir ki bu davranışlara uymayan veya uygulamayanlar toplumda hain veya dinden çıkmış olarak kabul edilir. İnsanlık var olduğu günden bu yana bu kural hep işlemiştir. Tüm peygamberlerin, toplumlarında kabul edilmeyişlerinin ve inananlara yapılan zulüm ve işkencelerin temelinde hep bu vardır. Bu toplumlarda özgürlükten de bahsedilemez; çünkü görünmeyen bukağılarla sistemin kölesi olup bu durumdan hiç şikayetçi değildirler. Hatta ezilenler özgürlüğe kavuşmaktan, ezenler ise ezme özgürlüğünü kaybetmekten korkarlar. Özgürlük korkusunun etkisi altındayken, ötekilere başvurmayı veya ötekilerin başvurularını dinlemeyi, hatta kendi vicdanının sesine kulak vermeyi bile reddederler. Sürü hâlinde yaşamayı tercih ederler.[vii]Köleliğin olduğu yerde ise sessizlik hâkimdir ve âdeta toplum yapılan zulüm ve haksızlıklar karşısında celladına aşık, suskunluğa gömülmüş dilsiz şeytanlar gibidir. Böylesi bir halk daima liderine benzemek ister.
“Karun bir gün, yine bütün ihtişam ve şatafatıyla halkının karşısına çıktı. Dünya hayatına çok düşkün olanlar: ‘Keşke bizim de Karun’unki gibi servetimiz olsaydı. Adamın amma da şansı varmış, keyfine diyecek yok!’ dediler.”[viii]Kur’ân’da anlatılan bu sahne bize halkın delil ve ispata değil modele itibar ettiğini göstermektedir. Her peygamberin döneminde bulunan, sayıları az olan ileri gelenler, eylemlerinin izlerini bırakırken, onları şuursuz halk yığınları taklit ederler.[ix] Bu toplum içinde az bir kesim ise kurtuluşun ancak hakkı ve sabrı tavsiye ile olduğunu bilir ve Hazreti Dâvud’un (aleyhisselâm) Câlut karşısındaki durumu gibi (Bakara, 2/251) bu büyük cahil toplulukla mücadele ederler.
Sonuç olarak; Kur’ân güç ve maddi zenginliklerini hakikat yolunda değil, şirk ve inkâr yolunda kullanan mele’ vemütrefleri ibret ve hikmet penceresinden aktarmış ve İslâm’ın bu tutuma hiçbir değer atfetmediğini, inkâr ve zorbalığın kalıcı olmadığını göstermiştir. Bu şer güçleri güç ve otoriteyi temsil etmelerine rağmen İslâmî davete ve hakikate engel olamamışlardır. Ayrıca bu ifadenin birçok âyette tekrar edilmesi, Kur’ân’ın bu topluluğu, tevhit ve şirk mücadelesinin devamlılığı bağlamında değerlendirdiğini göstermektedir. Kur’ân kıssalarında anlatılan bu şahıslar, sadece tarihte yaşamış ve ölmüş kişilerden ibaret değildir. Bilakis İslâm’a savaş açan, zulmeden, hakikatleri inkâr eden, sahip oldukları güç ve otoritelerini İslâm’ın yayılmasını engellemek için kullanan tüm kesimler Kur’ân’ın değindiği bu topluluğa dâhildir.
Dipnotlar
[i] İbrahim Çelik, “Mele’”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/mele (29.05.2025).
[ii] Ömer Faruk Harman, “Firavun”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/firavun#1 (29.05.2025).
[iii] Kur’ân-ı Kerîm, es-Sâffât, 37/8; Sâd, 38/69.
[iv] Râgıb el-İsfahânî, Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, s. 74; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, c. 1, s. 429.
[v] Kur’ân-ı Kerîm, Sebe’, 34/34-36.
[vi] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 315; Şuâlar, s. 28.
[vii] Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, çev. Bahadır Sina Şener, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, tsz., s. 65.
[viii] Kur’ân-ı Kerîm, Kasas, 28/79.
[ix] Le Bon, Kitleler Psikolojisi, s. 126.