Spinoza ve Entelektüel Duruş

Spinoza (1632-1677), Polonyalı Yahudi bir aileye mensup olup ciddi seviyede Talmud (Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini ihtiva eden dinî metinler) okumaları yapmıştır. Henüz gençlik yıllarında ileri derecede felsefî zekâya sahip olduğu herkes tarafından fark edilir. Genç sayılabilecek bir yaşta (45) hayatını kaybeden Spinoza din felsefesi alanında önemli çalışmalar gerçekleştirmiştir.

“Sebebi kendinden” kavramı ile Allah’ın “vâcibü’l-vücûd liaynihi” olduğunu şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde kendi felsefi ifadeleriyle ile ispat etmiştir. Spinoza’ya göre bir şeyi bilmek, onun sebebini bilmektir. Mümkün yani sonlu varlıklar hakkında konuşabilmek için onların sebebinin bilgisine sahip olmamız gerekir. Sonlu tekil (singular) ve cüzî (particular) varlıkların sebebi kendilerinden değildir, onlar var olmak için haricî bir sebebe muhtaçtırlar. “Sonlu” ve “sonsuz” kavramları üzerinden yaptığı diyalektik çıkarım ile ilk sebep olan Vâcibü’l-vücûd’un varlık sebebinin “kendinden” olacağını, onun var olmak için bir başka şeye muhtaç olmayacağını ileri sürerek “Tanrı her şeyi yaratmıştır, Tanrı’yı kim yaratmıştır?” sualinin cevabını felsefi bir dille vermiştir.

Bir diğer önemli görüşü; şayet bilgi, sebepleri bilmek ise varlık âleminin sebebi olan vâcibü’l-vücûd bilinmeden hiçbir şey doğru olarak bilinemez. Spinoza felsefî mânâda bir yaratıcı fikrine ulaşmakla birlikte ne yazık ki İslâm’ın ortaya koyduğu durulukta bir tevhide ulaştığı söylenemez. Spinoza’nın maruz kaldığı zulmün çirkinliğine ışık tutmamız, onun felsefî fikirlerini bütünüyle doğruluyoruz anlamına gelmemektedir. İnsanlığın kemâli odur ki mazluma dini, mezhebi, etnisitesi ve siyasi fikri sorulmaz. Bu makalede Spinoza’nın egemenlere karşı ahlâkî duruşu ele alınacağından metafizik inancı ve görüşleri üzerinde durulmayacaktır.

“Egemen”e karşı çıkmak, muhalif olmak veya eleştirmek her devirde tabii ki cesaret gerektirmektedir. İlerleyen süreçte Spinoza, otoritelerin bazı görüşlerine karşı çıkıyor. Egemen, -yanlışlarını dillendirmemesi için- Spinoza’ya ekonomik, siyasî ve akademik bir kısım dünyalık menfaatler teklif ediyor. Mesela; sana ömür boyu maaş bağlayalım, dünyalık bir derdin olmasın; ye, iç, gez keyfine bak; konuşmaman şartıyla sana üniversitede profesörlük unvanı ve benzeri menfaatler verelim yeter ki konuşma! Başkaları için çok pahalı görülebilecek bu teklifler faziletin felsefesini yapmaya çalışan bir ruh için tabii ki gayr-i ahlâkî bulunuyor ve Spinoza bu tekliflerin hiçbirini kabul etmiyor.

Egemen, siyasi kurnazlığı gereği doğrudan güç kullanmak yerine yukarıda ifade ettiğimiz gibi önce dolaylı çözümlere başvurur; para, makam, şöhret vs. şeyler ile rakibini zayıf yerinden yakalayıp köleleştirmek ister. Dolaylı yollar ile maksadına ulaşamayan egemen, ikinci safhada özünde gizlediği ve terbiye edemediği hayvanlık güdüsünü bütün vahşiliğiyle harekete geçirir. Zulüm ile âbâd olmayı prensip edinmiş bütün zalim, müstebit yöneticilerin insafsızlığının arkasında “Acırsan acınacak hale düşersin.” mottosu gizlidir. Müstebit öylesine ben merkezli ve öylesine mürâîdir ki yüz binlerin önünde anlattığı erdemleri bir kalemde silip atar. Çünkü fazilet onların özümsediği bir ahlâk değil, aksine halkı aldatmak için kürsülere çıkarken üzerlerine giydikleri göstermelik bir kostümdür.

Ruhunu nefsinin eline kaptırmış egemen, bir kişiyi düşman olarak işaretlediğinde artık ona insan nazarıyla bakmaz, onu nesneleştirir ve halkın nazarında şeytanlaştırmak için her türlü gayri ahlâkî usullere başvurur. Egemen için şeytanlaştırdıklarının ölümü istatistik bir rakamdan yahut basit bir hâdiseden öte bir şey değildir. İşte egemenin zihni bütünüyle böyle çalışır. Kendi zihninde kurduğu bir dünya vardır; ona itiraz eden herkesi bütün ahlâkî ve insanî değerleri ayak altına alarak yok eder.

Dolaylı çözümler Spinoza’nın erdemi ve azmi karşısında çaresiz kalınca egemen müstebit, bir delikanlının eline bıçak vererek Spinoza’nın üzerine yollar. Birisi canlı diğeri cansız iki suç âleti; bıçak ve cahil genç, bilge bir kişinin hayatına son vermek için buluşurlar. Bıçak her şeyi doğrayacak kadar keskin, genç ise kime bıçak salladığını bilemeyecek kadar kör ve cahildir. Kendini çölde aslan avcısı sanan düşüncesiz zavallı gencin zihni, akla gelemeyen hamâsi duygularla doldurulur. Delikanlı için Spinoza, bir filozof, hatta bir insan bile değil; efendisinin önünden kaldırılması gereken büyük bir engeldir. Aslına bakılırsa ergen delikanlı da en az Spinoza kadar kurbandır; aradaki fark ise Spinoza bilgin, o cahildir; Spinoza vicdanın yanında, o katillerin yanındadır. Genç yapacağı kötü fiil için nasıl doldurulup kiralandığını; eline bulaşacak kanın asırlar geçse de yıkamakla çıkmayacağını ve onun utancının silinemeyeceğini fark edemeyecek kadar da basiretsizdir.

Kiralık katil, bıçağını var gücüyle Spinoza’ya sallayarak kaçar. Öldü diye kaçıp giderken arkada yaralı bilginle kana bulanmış bir pardösü bırakır. Ölümden kıl payı kurtulan Spinoza bir ömür boyu saklayacağı kanlı pardösüsünü bırakmaz. Tenkilin delili olarak pardösü tarihin hafızasına kazınır.

Ardından; şahsiyet celladı egemenler, halk nazarında Spinoza’yı öylesine damgalar ve küçük düşürürler ki tabir yerinde ise ölümünden sonra bile yıllarca “ölmüş merkep” muamelesine maruz kalır. Fakat hakikatin bir gün kendini göstermek gibi değişmez bir huyu vardır. Egemenin hayvanî gücü kaybolunca gerçeğin gün yüzüne çıkacağından korkan vicdanlar usul usul gerçekleri itiraf etmeye başlar ve sonrasında uyuyan vicdanlar harekete geçer. Spinoza tarihte hak ettiği itibarı tekrar kazanır. Kur’ân-ı Kerîm’in “Mağara Ashabı” üzerinden ortaya koyduğu evrensel mesaj bu defa Spinoza üzerinden doğrulanmış olur ve sonuçta Hak kazanır; zalim müstebitlerin gerçek yüzü ortaya çıkar. Yaklaşık bir asır sonra Hegel, “Spinozacı olmadan filozof olunmaz.” diyerek bu gerçeği doğrular.

Kiralık katillerin elinde can veren, yaralanan; malını, servetini, bütün birikimlerini kaybeden mazlumların her birinin yaşananları unutturmamak adına Spinoza’nın kanlı pardesüsü gibi sakladıkları mutlaka bir şey(leri) vardır. Zulmü hatırlatan her bir eşya, her bir hatıra artık basit, sıradan bir eşya değil tarihin şahididir. Gece talanları, şafak baskınları, sandalyede ölümler, açlık, çaresizlik, sürgünler, damgalanmalar, ötekileştirilmeler gibi travmatik şiddeti besleyen her karanlık hatıra buna dahildir. Bunlar erdemin sesi olarak dillendirilmeli ki aydınlık düşünceyi boğan karanlık düşünceli gulyabaniler bir daha insanlığın karşısına çıkamasınlar.

Kur’ân-ı Kerîm’in mahşer tasvirlerinden biri “Vahşi hayvanlar diriltilip toplandığı zaman…” (Tekvîr, 81/5) şeklindedir. Zalimlerin insan olarak işledikleri cürümlerin hesabını vermek gibi bir sorumlulukları olmasaydı bu âyetten hareketle işârî bir yorumla zalimlerin hayvanlarla bir arada haşr olabilecekleri bile söylenebilirdi. Bu ayetten şu şekilde başka bir işârî mânâ da çıkarılabilir: Vahşi hayvanlar gibi canavarlaşan zalim müstebitler bir araya gelip güç teşkil ettiklerinde, adaletin kıyameti kopar; baskı ve zulüm ile insanların özgürlüklerini ellerinden alırlar. Masum ve mazlum insanlar Mekke’den Medine’ye koşan nurlu kafile gibi başka topraklara göç etmekle baskı ve zulüm altında ölmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalırlar.

İnsanlık haysiyetini yaralayan bu zulümlerin halka yansıyan tarafını da unutmamak gerekir. Farabi, el-Medînetü’l-Fâdıla adlı ünlü eserinde toplumları faziletli ve faziletsiz olmak üzere ikiye ayırır; erdemsiz toplumlarda yaşayan insanları “nevâbit” olarak adlandırır. Nevâbit, hiçbir değer tanımayan, kendi çıkarları için her tarafa eğilip bükülen, gerekirse kardeşinin etini dişleyen, hakikati ters yüz eden ahlâksız insanlar topluluğudur. Fârâbî faziletsiz toplumlarda erdemi, adaleti ve hoşgörüyü temel alarak yaşayan faziletli insanlara da “garipler” adını verir. Bu şekli ile Hz. Peygamber’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadır olan mübarek bir hadis-i şerife de farklı bir yorum kazandırmış olur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyururlar ki, “Din garip olarak başlamıştır, garip olarak son bulacaktır, gariplere müjdeler olsun.” Fârâbî’nin bu yorumuna göre erdemsiz nevâbitlerin yaşadığı toplumlarda zulme maruz kalan insanlar, o toplumun garipleridir ve “İnsanlığın İftihar Tablosu”nun nurlu müjdesine mazhardırlar. İnsanlık tarihi, bir bakıma adanmış garipler ile ahlâk yoksunu nevâbitlerin mücadele tarihidir. Garip, Doğu’da Kerbelâ’da şehit edilen Hz. Hüseyin’dir, Hallac-ı Mansur’dur, Halep zindanında aç ve susuz bırakılıp öldürülen sonra da cesedi şehrin meydanında idam sehpasından sarkıtılan Şihâbüddîn es-Sühreverdî el-Maktûl’dür; Batı’da ise Spinoza’dır, 14 yıl hapis yatırılan Roger Bacon’dır, yüzüne demir maske geçirilerek diri diri yakılan Giordano Bruno’dur, kazıklara bağlanıp nevâbitlerin gözleri önünde yine diri diri yakılan İspanyol hekim Michael Servetus’tur.

Yaşanan bu tecrübeler şunu gösteriyor ki insanlık mücadelesi, dışta farklı görünümler arz etse de arka planda garipler ile nevâbitler arasında sürüp giden bir hak ve adalet mücadelesidir. Erdemin kazanması için dünyanın her yerindeki garipler ele ele vermeli ve doğruluğun, hoşgörünün, adaletin, sevginin, iyiliğin hüküm-fermâ olduğu, kimsenin garip kalmadığı yeni bir dünya için birlikte çalışmalıdır.

Bu yazıyı paylaş