Firaset

Tasavvurda zenginlik, düşüncede tutarlılık, varlığın perde arkasına ıttılâ ve basiretli davranma da diyebileceğimiz firâset; insanın, kalbini kin, nefret, iğbirar, nifak ve ucup gibi.. mânevî hastalıklardan temizleyip, iman, mârifet, muhabbet ve aşk u şevkle bezemesi sayesinde Allah’ın, onun içine attığı öyle bir nûrdur ki, ona mazhar olan fert, feritleşir, duyuş ve sezişleriyle derinleşir; hatta başkalarının gönüllerindeki sırlara aşina olup, simaların arkasındaki gerçekleri görebilir.. ve tabiî, eşyanın perde arkasına uyanabildiği ölçüde, “Hazreti Allâmü’l-Guyûb’ un mücellâ bir mir’atı hâline de gelebilir..!

Bu mânâdaki firâsete işaret sadedinde, gayb ve şehadetin fasih lisanı Rûh-u Seyyidi’l-Enâm: اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بنُورِ اللهِ “Mü’minin firâseti karşısında titreyin; zira o bakarken Allah’ın nûruyla bakar.”[1] Buyurur. Firâsetin, iman nûruyla yakından alâkasını gösterme bakımından يَا أَيُّهَا الَّذينَ آمَنُوا إِنْ تَتَّقُوا الله يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا “Ey iman edenler, eğer Allah’a karşı hep takvâ dairesi içinde bulunursanız, O size furkan (açık-kapalı, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden temyiz ve tefrik edecek bir kabîliyet, bir ışık) verir.” (Enfâl, 8/29) meâlindeki âyeti de burada zikretmek uygun olur zannederim.

َFirâset, ister yukarıdaki tarif ve izahlar çerçevesinde kalbin, Hazreti Allâmü’l-Guyûb’un ilim ve füyûzâtına açılması ve bu mazhariyete erenlerin, görüş, düşünce, karar ve hükümlerinde isabet kaydetmeleri şeklindeki yorumu ile; ister, bilgi birikimi, tecrübe, mümarese, sezi enginliği ve karakter bilgilerini değerlendirerek elde edilen neticeleriyle olsun, o tamamen bir mevhibe-i ilâhiyedir.. ve bu ilâhî mevhibeden en çok hissemend olanlar da, hiç şüphesiz -derecelerine göre- evliyâ, asfiyâ ve enbiyadır. Bunlar arasında ufuk firâset ise, heykel-i akl-ı evvel Hazreti Seyyidü’-Enbiyadır ki; Allah: إِنَّ في ذلِكَ لآيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمينَ “Keskin nazar firâset erbabı için elbette bunda ibretler vardır.” (Hicr, 15/75) beyanıyla, umum basiret, his ve idrak insanlarına işaret buyurmasına mukabil,

وَلَوْ نَشَاءُ لأرَيْنَاكَهُمْ فَلَعَرَفْتَهُمْ بسيمَاهُمْ وَلَتَعْرِفَنَّهُمْ في لَحْنِ الْقَوْلِ “Dileseydik onları sana (oldukları gibi) gösteriverirdik de simalarından hepsini tanır ve hepsini konuşma üsluplarından anlardın.” (Muhammed, 47/30) ferman-ı samedânisiyle o zirveler zirvesi firâset insanının açık farkına îmâda bulunmaktadır…

Firâset, imandaki iç derinlik, yakîndeki enginlik ölçüsünde daha bir kuvvetli ve keskin hâl alır. Hatta bazı hususî mazhariyetler sayesinde o, insan basîretinde Hak nazarının aynı tecellîsi olarak zuhûr eder ki; firâset etrafındaki müşahede ve söylenen sözler bunun çokça meydana geldiğini ve anlatılanların da mübalağa ve mücazefe olmadığını gösterir.

Ebû Saîdi’l-Harrâz: “Firâset ziyâsıyla temâşâ eden, Hak nazarıyla bakmış sayılır.” der.

Vâsıtî: “Firâset kalbte şimşek gibi çakıp, mukayyet bütün gayb âlemlerini aydınlatan ve insanoğlunu, topyekün varlığı, olduğu gibi görüp değerlendirme seviyesine yükselten ledünnî bir şuâdır.” tesbitinde bulunur.

Dârânî: “Firâset, nefsin derinliklerinin keşfi ve gaybın ayân, pinhânın da nihân olmasıdır.” yorumuyla yaklaşır konuya.

Şah-ı Kirmânî: “İnsan, haramlara karşı gözünü kapar, şehevânî duygulardan elini-eteğini çeker; iç dünyasını murakabe ile, dış âlemini de Sünnet-i Seniyye’nin ihyasıyla onarır ve her zaman helâl dairesinde kalabilirse, böyle biri firâsetinde asla yanılmaz.” hatırlatmasını yapar.

Bunların hemen hepsi de, iman sayesinde inkişaf eden firâsetlerdir.. ve bunlarda yanılma payı da oldukça azdır. Gördüren O ve gören gözler de O’ndansa, niye yanılsınlar ki..!

Allah Rasûlü’nün, şahısları çok iyi tanıyıp, herkesi yerli yerinde istihdamında, Rabbinin O’na bu tür ihsanı söz konusu olduğu gibi, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin kerâmetvârî pek çok tesbit, teşhis ve takdirlerinde de aynı ikram-ı ilâhî bahis mevzuudur.. ve o hususlarla alâkalı firâsetleri ifade etmek için kocaman mücelletler ister.

Ayrıca, aklın ve ruhun hikmet-i vücûduyla alâkalı ve bazı kimselerin ileride yapacakları iyiliklerden ötürü, avans nev’inden onların mazhar oldukları ve olacakları firâsetler de vardır ki, bunlara, sebeplerinden evvel “Müsebbibü’l-Esbab”ın hususî iltifatı nazarıyla bakılabilir.

 

Şimdi İbn Mes’ûd’un beyanı içinde bunlardan örnek olarak bir kaçını zikredelim:

 

1) Mısır Azizi ki, Hz. Yusuf için:

أَكْرِمي مَثْويهُ عَسى أَنْ يَنْفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا “Ona güzel bak ve hoş tut; ümit edilir ki, bize faydası dokunur veya evlat ediniriz.” (Yûsuf, 12/21) demişti.

2) Şuayb’ın (as) kızı ki, Hz. Mûsâ hakkında:

يَا أَبَتِ اسْتَأْجرْهُ إِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الأمينُ “Babacığım!, bunu işçi olarak tut, zira senin çalıştıracağın en en iyi adam, böyle kuvvetli ve güvenli biri olmalıdır.” (Kasas, 28/26) tesbitinde bulunmuştu.

3) Firavun’un zevcesi ki, Hz. Mûsâ’yı ırmakta bulunca:

قُرَّتُ عَيْنٍ لي وَلَكَ لاَ تَقْتُلُوهُ عَسى أَنْ يَنْفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا “Sana ve bana göz aydınlığı.. öldürmeyin; bize faydalı olacağı ümit edilir. Ya da onu evlat ediniriz.” (Kasas, 28/9) firâsetini göstermişti.

 

Bir de, riyâzet; açlık, susuzluk, uykusuzluk ve çile çekmekle elde edilen firâset vardır ki, böyle bir firâsetin bilhassa iman ve amel-i salihe iktiran etmeyenine istidraç nazarıyla da bakılabilir. Bu kabîl sezi ve keşiflerde, mü’min-müşrik, Müslüman-Hristiyan, veli-rahip farketmez; heskes belli şeyler sezebilir.

Bundan başka bazıları, şekil ve kıyafetten hüküm istinbatını da firâset içinde mütalâa etmişlerdir ki, böyle bir sezi, hangi mânâya gelirse gelsin, tasavvuftaki firâsetle alâkasının olmadığı bedîhîdir.

اَللهُمَّ اتِ نَفْسي تَقْويهَا وَزَكِّهَا أَنْتَ خَيْرُ مَنْ زَكَّاهَا أَنْتَ وَلِيُّهَا وَمَوْليهَا.[2] وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلى رَسُولِكَ وَصَفِيِّكَ الْمُصْطَفى وَعَلى الِهِ وَأَصْحَابهِ.

 

[1] Tirmîzî, Tefsiru’l-kur’ân (15) 6; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/12

[2] Müslim, zikr 73; Nesâî, istiâze 13, 65; Müsned 4/371, 6/209

Bu yazıyı paylaş