Zaman zaman hem Afrikalı, hem de Afrika kökenli dost ve kardeşlerimiz tarafından şöyle sorularla karşılaşıyoruz: “Afrika’ya hiç peygamber gelmiş midir? İslamiyet’in ilk dönemlerinde Müslüman olan, hatta sahabe olmak derecesinde Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) yakın olmuş Afrikalılar var mıdır?”
Benzer bir soruya M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle cevap veriyor: “Dünyanın her yerine peygamber gönderilmiştir. Peygamberlerin sayısını bilmiyoruz. Yalnız hadis kitaplarında, bir rivayette 124.000, diğer bir rivayette de 224.000 peygamber gönderildiği bildirilmektedir. Cenab-ı Hak hiçbir devri boş bırakmamış, hemen her devirde peygamber göndermiştir.”
“Peygamberler, bir bölgeye, belli topluluklara değil, dünyanın çeşitli ülkelerine, ayrı ayrı mıntıkalara gönderilmişler.” Kur’ân-ı Kerim’de ‘Hiçbir millet yoktur ki, içlerinde, onları eğri yolun encamından sakındıran bir Peygamber zuhur etmiş olmasın’ (Fâtır Sûresi, 24) buyurulmaktadır. Kur’ân’ın bu kesin hükmü gösteriyor ki, yeryüzünde her topluluk içinde peygamber zuhur etmiştir. Başka bir âyette, Cenab-ı Hak, şöyle buyurmaktadır: ‘Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azap edecek değiliz’ (İsra Sûresi, 15).
Asrımızın fikir adamlarından Prof. Dr. Mustafa Mahmud’un Elhıvâr maa sadîkî’l-mülhid(Dinsiz Arkadaşımla Karşılıklı Konuşma) isimli bir kitabı var. Ateizmden dönmüş bu insan, daha evvel, günümüzün modası olarak materyalizmin hayranı iken, Kur’ân-ı Kerim’i tetkik edip İslâmiyet’i inceledikten sonra, 180 derece bir dönüşle, inkârdan uzaklaşmış ve füze hızıyla mescide ulaşmış birisi… Mustafa Mahmud bir seyahatinden bahsederken, diyor ki: Afrika’da Niyam Niyam ve Mav – Mav kabileleriyle karşılaştım. Neye inandıklarını sordum. Dediler ki ‘Biz öyle bir Mabud’a inanıyoruz ki, göktedir, yerdekileri idare eder.’ (Allah, gerçi gökte durmaz, ama öteden beri ‘O Rahman Arş’a istiva etmiştir (oturmuştur)’ (Tâhâ Sûresi, 5) âyet-i kerimesiyle ifade edildiği gibi, İlahî emir ve hükümler gökten gelir. Ayrıca Mustafa Mahmut şunları ilave ediyor: ‘Gördüm ki, onlar İhlas Sûresi’nin manasını söylüyorlar: ‘İlah (Allah), her şey Kendisine dayanan ve Kendisi hiçbir şeye dayanmayan varlıktır. O bir ana ve babadan doğmamıştır. O’nun eşi benzeri yoktur…’ Başka bir kabileye gittim. Allah’a tıpkı bizler gibi inanıyorlardı. Kur’ân’ın anlattığına yakın bir tevhid anlayışları vardı. Şayet bu hususlar onların kulaklarına bir peygamber tarafından söylenmemiş olsaydı, bunları bilmeleri düşünülemezdi. Evet, bu gerçekleri onlara peygamberler fısıldadı. Sonra da dededen babaya, bu asra kadar gelip ulaştı.”
Hz. İbrahim aleyhisselamın eşi Hz. Hacer, Mısırlıdır. Yani Afrikalı. Hz. Hacer, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın dedesi Hz. İsmail’in annesidir… Bir sene önce, Ramazan ayında, umreden gelen arkadaşlar anlatmışlardı: Umre grubunun içinde bir ablamız, eşi hapiste olduğu için çok üzgün imiş. En son Safa-Merve arasında sa’y yapıyorlar. Sa’y bitince ezan okunuyor. Hazırlıklı oldukları için yanlarında bulunan hurma ve zemzem ile bulundukları yere oturup iftar açıyorlar. Bu ablamızın hemen önünde siyahî bir hanımefendi oturmakta. Bir şey yemeyip içmeyince, bizim abla ona hurma ve zemzem uzatarak iftar etmesini söylüyor. O, şöyle bir dönüp “Kızım, ben Hz. İsmail’in annesi Hâcer’im… İçeridekiler için merak etmeyin, kurtulacaklar!’ diyor. Ondan sonra ablamız artık hiç üzülmüyor…
Unutmayalım, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) müezzini Bilâl-i Habeşî (radıyallahu anh) Etiyopyalıdır.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekkeli müşriklerin zulümleri artınca, mağdur, mazlum, kimsesiz Müslümanları amcasının oğlu Cafer-i Tayyar (radıyallahu anh) ile Habeşistan’a gönderdi. Çağrı filminde de çok güzel işlendiği üzere, Habeşistan’ın âdil hükümdarı Necaşî Ashama tarafından, müşriklerin geriye götürme ısrarına rağmen orada himaye edildiler. Bedir zaferini duyunca Necaşi, Cafer-i Tayyar’a “Ben oraları bilirim; oralarda hayvan otlattım!” demişti. Çünkü Necaşi, küçük bir prens iken kaçırılmış ve köle olarak satılmıştı. Onun için oralarda çobanlık yapmıştı. Daha sonra taraftarları hâkim olunca onu gelip götürmüşler ve devletin başına geçirmişlerdi.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün ülkelere ve meliklere mektup gönderirken, Amr ibn-i Ümeyye ile de Necâşî’ye bir mektup göndermişti. Mektubunda Kâinatın İftihar Tablosu, şöyle buyuruyordu:
“Bismillahirrahmanirrahim…
Allah Resûlü Muhammed’den, Habeş Meliki Necâşiye!
Ey Melik! Müslüman olmanı dilerim. Ben senin namına, Lâ ilâhe illâ Hû, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min, Müheymin olan Allah’a hamd ü senâ ederim.
Ve şehâdet ederim ki, Meryem’in oğlu İsâ, Allah’ın kulu ve Kelime’sidir. Allah, O Kelime’yi (ki, İsâ’ya vücud veren “Kün” hitabıdır) ve o ruhu ve çok temiz ve afif olan ve dünya hayatından tamamıyla çekilmiş bulunan Meryem’e nefhetti. Bu surette Meryem, İsâ’ya hamile kaldı. Böylece Allah, İsâ’yı yarattı.
Nasıl ki, Âdem’i de Allah, kudret eliyle ve bir mucize olarak yaratmıştır.
Ey Melik!
Seni; eşi, ortağı olmayan bir tek Allah’a imana ve Ona ibadete, bana uymaya ve Allah tarafından bana gönderilenlere inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü ben Allah’ın bunları tebliğe memur elçisiyim.
Seni ve halkını Aziz ve Celil olan Allah’a imana dâvet ediyorum.
Şimdi ben size İslâm hakikatlerini tebliğ ettim ve nasihatte bulundum. Siz de nasihatimi kabul ediniz!
Selâm hidayete tâbî olanlara olsun.”
Allah Resûlü’nün mektubunu alıp okuyan Necaşi, önce öptü, ardından yüzüne gözüne sürdü sonra da Resûlullah’a olan saygısını göstermek için tahtından inerek Müslüman oldu. Şehadet getirdi. “Keşke şu saltanata bedel, Muhammed-i Arabî’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanatın pek üstündedir” dedi. (Ebû Davud, Es-Sünen).
Necâşî vefat edince Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onun gıyâbî cenaze namazını kıldırmıştır.
Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) dadısı Ümmü Eymen, Habeşistanlı bir câriye idi. Aslında Peygamber Efendimizin babasının hizmetçisiydi. Vefatından sonra, Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) annelik ve babalık yaptı. Efendimize peygamberlik gelince, ilk iman edenlerden oldu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Hatice ile evlendiğinde onu azat etti. Sonra Übeyd bin Zeyd ile evlendirdi. Ondan Eymen isimli bir çocuğu oldu. Onun için “Eymen’in annesi” manasına kendisine Ümmü Eymen denildi. Asıl ismi Bereket’tir. Kocası, savaşta şehit olunca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmü Eymen’i, evlatlığı olan, meşhur sahabî Zeyd bin Hârise ile evlendirdi. Bu evlilikten Üsame bin Zeyd dünyaya geldi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Üsâme’yi çok severdi; onu vefatından az önce hazırladığı ordunun başına komutan tayin etmişti. Hz. Ali hariç bütün büyük sahabiler bu ordunun içindeydi… İslâm tarihinde bu orduya “Üsame Ordusu” denilmektedir…