Kalb, insan anatomisi açısından, göğsün sol tarafında sanevberî (çam kozalağı) şeklinde önemli, hayatî bir uzuvdur. Sürekli hareket halindedir ve adeta emme-basma pompası vazifesi gören bir dinamo mahiyetindedir. Maddî yapısı yanında, cesedin ruha kılıf olması misillü, o da batınî yanı ve bir latîfe-i Rabbâniye olma keyfiyetiyle, hayvaniyet ve cismaniyet hususiyetlerinin üstünde, ruh ve sır ufkuna yükselmede bedene nisbeten ikinci, sonraki mertebeler itibarıyla da birinci basamak konumundadır; sofilerce de hakikat-i insaniye olarak yâd edilmektedir. O, maddî yanı itibarıyla insan bedeni için ne ölçüde ehemmiyet arz ediyorsa, latîfe-i Rabbâniye unvanıyla onun manevî hayatı, terakkî ve tedennîsi, milk üstü melekûtla münasebeti açısından da bunun kat kat üstünde ehemmiyeti haiz, muazzez bir mekanizmadır. Evet, maddî kalbin sıhhat ve salâhı insan hayatı için ne ölçüde önemliyse, batınî ve latîfe-i Rabbaniye yanıyla da o yaradılış gayesi adına bunun çok çok üstünde bir misyonu edaya namzettir.
Bu latîfe, manevî hayatını koruduğu, olumsuz evrilip çevrilmelere maruz kalmadığı; tabir-i diğerle Hakk’a mir’ât-ı mücellâ olma safvet ve nurâniyetini muhafaza ettiği sürece melekût yolunda bir pusula, bir rehber, bir projektör gibi hep ruh, sır ve daha ötelerini heceler, dillendirir ve sürekli hakkı soluklanır; aksine şeytan, hevâ ve nefs-i emmâre dürtüleriyle ufku kararır ve değişik küsuflarla hikmet-i vücudunun dışına çıkarsa, partal bir nesne haline gelmiş olur. O bir kere de böyle yıkılıp harap olunca, gayrı tamiri güçleşir, belki de imkânsız hale gelir. Hele bir de bu beyt-i Hudâ hevâ-i nefsin otağı ve yuvası haline getirilmişse, sofilerin ifadesiyle artık o hane, hane-i Cânân olmaktan çıkmış kirli bir virane sayılır. Bu da hem kendi kendine, hem onu sinesinde taşıyana, hem de mir’ât ve bir beyt-i meclâ olduğu muallâ Zât’a karşı en büyük bir saygısızlık sayılır.
Bu itibarla bigayri kasdin çizgi kaymasına maruz kalan veya nefsanî-şeytanî şerarelerle başı dönen, bakışı bulanan kalb sahibi, bu latîfeye “Bir teveccüh-ü ilahî aynası, mazharı ve meclâsıdır.” diyerek, hemen bir paklama ve aklama ameliyesine girerek, onu kendi olma durumuna getirmelidir. İbrahim Hakkı Hazretleri -ifadedeki müşâbehet ona ait-
“Dil beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde.”
diyerek bunu yeğlemiştir.
Aksine böyle olmadığı takdirde, günahlar, mâsiyetler ve türlü türlü gafletlerle kirlenip deforme olmuş bir kalb ve gönül, ötelerden gelecek teveccühlere de bütün bütün kapanmış olur. Evet, böylesi kirli ve tefessüh etmiş bir hane ve bir meclâyı ne bir teveccüh ve iltifatın ne de “bî kem u keyf” o Konuğun şereflendirmesi söz konusudur. Ne hoş söyler konuyla alakalı Nabî merhum:
“Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan,
Sultan mı gelir hâne-i nâpâka hicap et!..”
Hadis olarak rivayet edilen bir beyanda da bu husus şöyle te’yid edilir: “O tayyibdir ve ancak tayyibe teveccüh ve iltifatı söz konusudur.” (Camiu’s-Sağîr).
Latîfe-i Rabbâniyenin temizliği ve pâk kalması, ahlak-ı rezîleye karşı kararlı durmaya, ubûdiyet ve ubûdet hassasiyetine, her zaman O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket etmeye, hayatı temkîn yörüngeli sürdürmeye, kendini küçük görmeye, kulluğunda ihlaslı olmaya, oturup-kalkıp hep rıza soluklamaya ve dahası bunları tabiatının bir derinliği haline getirmeye bağlıdır. Evet, bütün bunlar ve emsâli hususlar gönül dünyasını ilahî tecellî ve teveccühlere açık tutma adına olmazsa olmaz esaslardandır. Zira o Latîfe-i Rabbâniye Hakk’ın tecellîsi adına bir meclâ-yı hâss-ı ilâhî, bir beyt-i nazargâh-ı Celâl ve vasıta-yı inşirah-ı Cemâl’dir. İşte bu yüce maksatlar için fevkalade donanımlarla insan irade ve düşüncesine emanet edilen bu latîfe şayet şeytânî ve nefsânî kirlerle kirlenir ve hikmet-i vücudundan cüdâ düşerse, dünya ve ukbâ hızlânı kaçınılmaz olur. İradesinin hakkını verip bu meclâ ve beyti pâk ve teveccühlere açık tutanları ise, o beytin gerçek sahibi “mak’ad-ı sıdk” âlî makamı lütfuyla lütuflandırır ve bunlar ettikleriyle “Kudret Sahibi, mülk ü melekûtu yücelerden yüce Allah maiyyetine ermiş olurlar.” (Kamer, 54/55)
Kalbî hayatın diriliği ve onun sürekli ruh ufkuna müteveccih olabilmesi -sebepler açısından-öncelikle Hakk’a tahsis-i teveccühte bulunarak ona bir mir’ât-ı mücellâ nazarıyla bakıp bu Latîfe-i Rabbâniyeyi asla ikilem içinde bırakmamaya vabestedir. “Allah, insanın içinde iki kalb yaratmamıştır.” (Ahzab, 33/4) ayeti de zannediyorum delaletlerin bir türüyle bunu hatırlatmaktadır. Evet, kalb işte böyle bir tecelligâh-ı ilahîdir ve “bi kem u keyf” Hakk’ın kâinatlara denk bir meclâ-ı etemmidir. Bir hak dostu bu hususu şöyle dillendirir:
“Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden.”
Bu itibarla, yaradılıştaki konumu ve misyonu bu olan kalb cevheri, asla fâniyât u zâilâtla kirletilmemeli; zikr u fikr ve ihsan şuuruyla hep pırıl pırıl tutulmalıdır. Hazreti İsâ (alâ Nebiyyinâ ve aleyhisselam)’a ait bir beyanda şu hususlar göze çarpmaktadır: “Mâsivâullahı birinci maksat yaparak ısrarla onun üzerinde durmak ve onu konu edinip sürekli dillendirmek kalbe kasvet verir; kasvetli kalb ise, insanı Allah’tan uzaklaştırır.” Evet, dünya ve mâfîhâyı nefis ve hevâmıza bakan yanlarıyla düşünce dünyasından söküp atamayanlar asla kalb tekallüb ve aritmilerinden de kurtulamazlar. Zira bu kıymetli latîfe-i Rabbâniye, Zât, sıfât ve esma-i İlâhiyeye bir mir’ât olarak insan irade ve şuuruna emanet edilmiştir. Dolayısıyla da nefis ve hevâ şerareleriyle felç edilmemeli ve kolu-kanadı kırılmamalıdır. O, canlı ve metafizik gerilim içinde bulunduğu sürece, gücü ölçüsünde hep O’nu heceleyecek ve münâcaat edalı sızlanışlarıyla hep O’nun için bir şeyler söylemeye çalışacaktır. Hazreti Hudâî ne hoş dillendirir bu hususu:
“Tecellî-i cemâl ister, gönül eğlenmez eğlenmez,
Tesellî-i visâl ister, gönül eğlenmez eğlenmez.
…
Ne dünyâda ne ukbâda, gönül bir özge sevdâda;
Demâdem fikri Mevlâ’da, gönül eğlenmez eğlenmez.
Cemâlin nûrunu gözler, ana kâr eylemez sözler;
Her dem ya Rab seni özler, gönül eğlenmez eğlenmez.”
İşin doğrusu bu sözlerin derinliği de hal ve temsilde aranmalıdır. Bu büyük zatlar yaşadıklarını dillendirmişler ve hallerini, dillendirmelerin ötesinde bir derinlikle sürdürmüşlerdir. Yaptıklarını az görmüş; onu da Cenâb-ı Hakk’ın nimet-i sâbıkasına karşı küçük bir mukabele-i şükür addetmişlerdir. Bu konuda Kudveler Kudvesi’nin düşünce ve tavırları en enfes bir örnektir. Bir gün analar anası Âişe validemiz, “Ya Rasûlallah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah gelmiş gelecek her halinizi afv ü safh mukabelesiyle şereflendirdiği halde, neden mübarek vücudunuza bu kadar yüklenip zahmetlere giriyorsunuz?” der. Efendiler Efendisi’nin cevabı her gönül erine hayatî bir mesaj mahiyetindedir. أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا “O keremkânî Rabbimin bunca ihsan ve teveccüh-i Sübhaniyesine karşı şükreden biri olmayayım mı!..”Evet, O, Allah’a kullukta tam bir “Hel min mezîd” âbidesiydi ve o ışıktan güzergâhında düz yol rehber ve münadisiydi. “Kim Allah için olursa, Allah da onun için olur.” mealinde مَنْ كَانَ لِلهِ كَانَ اللهُ لَهُ işte O’ndan hayatbahş bir ses!..
Bu abide şahsın irfan ufkundan sıradan insanlara, hatta mülhidlere kadar herkesin seviyesine göre kalble muameleleri farklı farklıdır:
- İlhad yörüngesinde yürüyen münkir, mülhid ve münafıkların kalbleri ki, Kur’an’ın muhtelif yerlerinde “hatm” ve “tab’” kelimeleriyle ifade edildiği gibi, bunlar hep bir kasvet, bir duymazlık ve aymazlık sarmalı içindedirler. “Kalbleri Allah’tan kopup kaskatı kesilmiş bu kimselerin vay haline!” (Zümer, 39/22).
- Ara-sıra nisyan ve hatalara düşen, gafletle iç içe, taklit güzergâhının temkin bilmez yolcuları ki, bunlarda da hasenat ve seyyiat omuz omuzadır; yer yer günahlara girerler ama sonra da döner tevbe ederler; Allah da dilerse onları affeder. Zannediyorum Tevbe Sûresi’nin 102. Ayeti de bu tür kimseleri ifade etmektedir.
- İtmi’nâna erip oturaklaşmış kalb insanları ki, sürekli O’na müteveccihtirler.. ağızlarını açtıklarında hep O’nu dillendirirler.. “Yâr.. Yâr..” deyip O’nu andıkça burun kemikleri sızlar, derken bütün benliklerini bir vuslat arzusu sarar.. oturur kalkar en âlî evsâfıyla hep O’nu anarlar; andıkça da daha bir temkîne ve itmi’nâna ulaşırlar. Kur’an icmâlen bu koç yiğitlere, “İyi biliniz ki, kalbler ancak zikrullah ile itmi’nân ve sekîneye erer ve oturaklaşır.” (Ra’d, 13/28) nurefşân beyanıyla tebşîr u takdirde bulunur.
- Her an ayrı bir im’ân-ı nazarla, görülüyor olma rasathanesinden görüyor olma ufkuna müteveccih gerilim içinde bulunan, Akrabü’l-mukarrabîn olan Latîfe-i Rabbaniye erbabı ki, bunlar zirvelerde tayerân ettikleri halde temkin ufkunun gereği, müşahede derinliğinin mehâbeti, arkalarındakilere teyakkuz dersi… gibi mülahazalarla halden hale girer.. haşyet ve heybet nöbetleri geçirir.. kurbetin hâsıl ettiği saygıyla titrer.. ve يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım kalbimi dininde sabit kıl.” der, inlerler. Kendilerine bu hassasiyetleri sorulduğunda da اَلْقَلْبُ بَيْنَ اِصْبَعَيْنِ مِنْ اَصَابِعِ الرَّحْمَنِ يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ“ Kalb beyne isba’ayni min esâbi’ı’r-Rahmân’dır, onu istediği gibi evirir, çevirir.”şeklindeki temkin edalı bir beyanla cevaplandırırlar.
Bu tür hususlar O’nun için asla söz konusu olmasa da, başkaları için her zaman bahis mevzuu olabilir. Bel’amların, Bersîsaların ciğersûz akıbetleri meydanda ve bu tepetakla gidiş onlara mahsus da değil; tarihin kirli sayfalarına bakıldığında bu menkıbe kahramanları türünden bir hayli dalalet rekortmenine rastlamak mümkündür. Hâsılı, selamet-i akıbet ve selamet-i ahiret ancak ve ancak kalb-i selîme vâdedilmiştir. Evet, يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ ’da açılmaz kapıları açacak bir sırlı anahtar varsa o da kalb-i selimdir. Ne hoş söyler şair:
“Sanma ey hâce ki senden zerr u sîm isterler
Yevme lâ yenfe’u’da kalb-i selîm isterler.”
İsterseniz biz şimdi bu düz ayak kalb mülahazalarımızı burada noktalayarak birkaç adım ötedeki ufuk insanlarının kalble hemhâl oluşlarını hecelemeye çalışalım…