İnsanın kendiyle yüzleşmesi ve hayatını hepحَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا çizgisinde sürdürmesi nefis ve hevâya karşı kararlı duruşa ve mutlak sonsuzluğun O’na ait olduğu iz’anıyla kendini sıfırlamasına bağlıdır. Aslında Sonsuz’a karşı âciz, fakir, muhtaç ve her şeyi O’ndan birer emanet olan insana düşen de budur. Aksine, “ben” deyip oturup-kalkana hakkı-hakikati görüp duyma menfezleri bütün bütün kapanır; dört bir yan zindana döner ve kapkaranlık bir hal alır. Ne hoş dillendirir bu hususu bir kalb ve ruh insanı:
“Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken,
Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana.” (Gavsî)
Evet, istiğrak ve heymân halinde bile olsa, “ben” diyene bütün verâların kapıları kapanır; yukarıdan aşağıya şefkat tokatları inip kalkmaya başlar.. ve Sonsuz karşısında kendini sıfırlamaya gitmeyen böyle tali’sizler cebrî sıfırlanmaya tabi tutulurlar. Evet, “Nefy-i nefy ispattır.”, “Yok yok olsa var olur.” disiplinleri açısından, acz ü fakr sistemine göre hareket edilmediği takdirde, farkına varmadan insan bir yokluk çağlayanınakapılır gider de bir daha geriye dönemez.
Hakk’a kulluk mülahazasıyla, insanın konumu da işte bundan ibarettir. O, vicdanında hiçliğini duyup hissettiği ölçüde marifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî ufkuna açılmış olur ve Hakk’ın mücellâ bir aynası haline gelir. Aksine, enaniyetle köpürüp, gurur ve kibirle gümleyedurunca da iç içe küsûflar yaşar ve şeytanın mel’abesi haline gelir. Böylesi kahredici bir duruma düşmemek için daha baştan geçilecek şeylerden geçilmeli ve seçilecek şeyler de Hak disiplinlerine göre isabetli seçilmelidir ki insan uzak yakın yarınlar itibarıyla âh u vâha düşmesin. İbrahim Hakkı hazretleri bu hususu şöyle noktalar:
“Az ye, az uyu, az iç!..
Ten mezbelesinden vazgeç!..
Dil gülşenine göç!..
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”
Emir Buharî ise:
“Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.”
der; nefse bakan yönüyle dünyayı da, ukbâyı da, kendini de ve terk mülahazasını da kafadan silip atarak O’na teveccühü salıklar.
Onun bu oldukça çetin güzergâh disiplinlerine mukabil, yaşadığı çağa göre asrın sözcüsü, acz ü fakr, şevk u şükür, tefekkür ve şefkat düsturlarını nazara verir; “Der tarîk-i acz-mendî, lâzım âmed çâr çîz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak, ey aziz!” diyerek konuyu teshîl edici bir kısım esaslarla dillendirir.
“Kadd-i yâre kimisi ar’ar demiş, kimi elif,
Cümlenin maksûdu bir amma rivayet muhtelif.” (Muhibbî)
fehvasınca, kendimizi doğru okumaya, kendimizle yüzleşmeye ve Hak karşısında konumumuzu belirlemeye mâtuf söylenmiş her söz, lâl ü güher bir beyandır. Bu beyanlarladır ki, kalb, hayatını ihsan mülahazalarına bağlı sürdürür ve nurlanır.. insan, Hak karşısında konumuyla mütenasip durumunu korumuş olur.. bu yolda sık sık kendini analizlere tabi tutar.. kirli ve nurlu yanlarıyla kendini doğru okur.. isten-pastan arınma ameliyeleriyle oturur-kalkar.. üzerine yoğunlaştığı bu tür hamle ve aksiyonlarla başkalarının isini-pasını görmez, görse de onlarla meşgul olmaz. Yerinde Niyazî-i Mısrî gibi:
“Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömrüm oldu heba,
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber;
Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenhâ, garip,
Dîde giryan, sîne püryan, akıl hayran, bîhaber.”
der, inler. Yerinde Leyla Hanım içtenliğiyle,
“Hevâ-i nefsime uydum pek çok günah ettim,
Huzura hangi yüzle varayım ya Resûlallah!..”
sözleriyle kendini yerden yere vurur ve sızlar. Yerinde Alvar İmamı M. Lütfî Efendi derinliğiyle,
“Ne ilmim var ne a’mâlim / Ne hayr u tâate kaldı mecâlim,
Garîk-i isyanım, çoktur vebâlim / Acep rûz-i cezâda n’ola hâlim.”
inkisarıyla içini döker ve sızlanır.
Ve bu konuda “حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ…” mülahazasıyla iç döküp sızlamış daha niceleri…
Biz şimdilik tevbeden inâbeye, inâbeden evbeye koşup duran bu âbide şahsiyetlerle konuyu noktalayarak, حَسَنَاتُ الْأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ hâliyle hâllenmiş erbâb-ı kemâlin hâlini temaşaya yönelmek istiyoruz. Tevfîk Allah’tan!..