Gözlerimizle gördüğümüz kâinatı yaratan, insan nev’i değildir. Bu varlık nizamını devam ettiren de insanlar değildir. İnsanlık, sadece orada yer alan on binlerce türden biridir. Şu kadar var ki emanet olarak ona bir takım yararlanma ve kullanma imkânları verilmiştir. İnsanlığın, varlık gayesini ifa etmesi, kâinat sistemiyle bütünleşip onunla uyum içinde yaşamasına bağlanmıştır. Aksi halde neticesiz kalacak, semere veremeyecek, o büyük emanete sahip çıkmadığından sorumlu olacaktır.
İnsanlığın başta gelen vazifesi, bu nizamı kuran Yüce Yaratıcıyı tanıyıp topyekûn kâinatın boyun eğdiği gibi O’na teslim olmasıdır. Tutulacak yolun, ancak O’nun gösterdiği yol olduğunu kabul etmesidir. Şu ayet-i kerime tüm evrenin, Allah’a bu teslimiyet içinde olduğunu bildirmektedir: “Onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde bulunan kim varsa, ister istemez O’na teslim olmuştur ve ancak O’na döneceklerdir.”[1]Bu ayet-i kerimede insanlar, cinler, melekler gibi şuur sahibi varlıklar söz konusu ise de, daha başka ayetler, canlı-cansız bütün varlıkların Yüce Yaradan’a inkıyat ettiklerini bildirir. ”Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa, hepsini yaratan O’dur ve hepsi O’nun emrine boyun eğmiştir.”[2]“Gök yarıldığı zaman… Ve hep yapageldiği gibi Rabbinin buyruğunu dinlediği zaman… Yer dümdüz edildiği, İçindekileri dışarı attığı ve hep yapageldiği gibi Rabbinin buyruğunu dinlediği zaman… Seyredin siz neler olacak o zaman!”[3]
Evet, yer, gök, toprak, su, hava, ışık, ısı, elektrik velhasıl atomdan güneş sistemine kadar bütün kâinat aynı Yaratıcının hükmüne boyun eğerek hayata hizmet ediyor. Hayatın merkezinde ise insan hayatı bulunuyor.[4]Kâinattaki on binlerce türün rakamlara sığmayacak çoklukta bütün fertlerini, hikmet çerçevesinde insanın etrafına toplayıp tam bir intizam ve ihtimam ile onun ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda hizmete koşturmak, aşikârdır ki şu iki şekilden biri ile olabilir:
1- Kâinatın her bir türü kendi kendine insanı tanımakta, ona itaat edip yardımına koşmaktadır. Aklı olan hiç kimse bunu iddia edemez. Fazla bir incelemeye gerek kalmadan bu iddianın tutarsızlığı anlaşılabilir ve sonuçta yüzlerce yönden imkânsız olduğu görülür. Bu faraziye, insan gibi aciz bir varlıkta, sonsuz kudret sahibi Yaratıcının iktidarının bulunmasını gerektirir.
2- Kâinatta sebepler perdesi altında, her şeyi yaratan ve her şeye kadir olan Allah Teâlâ’nın ilmi ve kudreti ile bu yardım cereyan etmektedir. Demek kâinattaki şuursuz ve insan tarafından boyun eğdirilmesi imkânsız unsurlar insanı tanıyor değil; aksine, bu sistem, insanı bilen ve tanıyan, onu şefkatle yetiştirip hayatını devam ettiren Rabbimizin onu tanıyıp bilmesinin, görüp gözetmesinin delillerindendir.
Atomdan güneşe kadar, mutlak itaat sergileyen bütün bu türler içinde yalnız insana cüz’i irade emanet edilip itaat ve isyan imkânı verilmiştir: “Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular. Ama onu insan yüklendi. Gerçekten insan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) çok zalim, çok cahildir.”[5]Allah insanlığa bu emaneti yüklerken onu buna ehil kılacak muazzam ilim kabiliyeti, irade ve diğer imkânlarla donatmıştır. Onu meleklere üstün kılan vekillik ve tüm isimlerin öğretilmesi, dünyadaki tüm varlıkları tanıma ve yönetme makamı verilmiştir.[6]Bu yönetme imkânı, iyiyi veya kötüyü, imanı veya inkârı tercih hürriyeti, insanın kapsamlı yapısını teşkil eden unsurlardan sadece biri olan irade özelliğine mahsustur. Yoksa kâfir bir insanın bile vücudundaki bütün zerrelerden beslenme, sindirim, solunum, kan dolaşımı, sinir vb. sistemlerine kadar bütün maddi varlığı, yüce Yaratıcının koyduğu nizama tam manasıyla boyun eğmektedir. Yani bu taraflarıyla, ister istemez Allah’ın buyruklarına itaat etmektedir. Nitekim o nizamın bir askeri olan ve insan gözüyle görülemeyecek kadar küçük bir mikrop, emir alınca, insanın vücut sarayını imha edebilmektedir. O saraya ufak bir müdahale olması halinde Allah dilemedikçe insan, çare bulmaktan aciz kalmaktadır. Kör olan gözünü gördürememekte, felce uğrayan sinir sistemini, duran kalbini bir süre sonra çalıştıramamaktadır. Bütün bu hallerde Allah Teâlâ, kâinatta yalnız kendisinin hükmünün yürüdüğünü göstermektedir.
Fakat hakîm ve rahîm olan Allah, insana mezkûr serbestiyi vermekle beraber onu başıboş bırakmamış, uyması halinde, büyük kâinat sistemi ile uyumunu sağlayacak esasları, bir katalog, bir kullanma kılavuzu halinde önüne koymuş, ona muallim (peygamber) ve rehber (kitap) göndermiştir. Demin zikrettiğimiz ayetler, bütün varlıkların Allah’a teslim olup boyun eğdiklerini bildirmişti. Aynı teslimiyeti, yani insan dışındaki bütün şuursuz kâinatın uyguladığı teslimiyeti, Cenab-ı Allah, insanın iradî olarak da göstermesini murat etmekte, yani fiilen, ister istemez zaten bulunan teslimiyetini ikrar etmesini istemektedir. Böylece “Allah katında din, ancak İslam’dır”[7]ayetinde “teslimiyet, inkıyat, boyun eğme” manalarını ifade eden İslam kelimesinin anlamı daha da genişleyerek “Allah Teâlâ’nın vazettiği (koyduğu) en şümullü olan ilahî nizamın alemi, özel adı olmuştur. Bir diğer tarifiyle din: “Zevi’l-ukülü (akıllı varlıkları) hüsn-i ihtiyarlariyle (iradî seçimleriyle) bizzat hayr-ü nimete saik olan (götüren) bir vaz-ı ilahî, beşerin ihtiyarî fiillerinin hayr ve saadet gayesine doğru cereyanını tanzim eden bir yol, bir kanundur.” “Allah’tan başka ilah tanıyan veya hakkı bildiği halde dini, tabiiyeti haktan başka bir şey telakki eden din ile ilim, Hak Teâlâ ile hayr-ı a’la (yüce Hak ile yüce hayr) arasında niza’ (ihtilaf) tasavvur eyleyen veyahut hayr-ü şerr nizamının hall-ü faslına Allah Teâlâ’nın hâkim olmadığını, hükm-i ilahînin haricinde herhangi bir şey kalabileceğini farz eden, velhasıl mebdei Hak’tan gelmeyen ve âyat-ı Hak’tan istinbat edilmeyen dinlerin, tabiiyetlerin hiçbiri insanlara saadet ve selamet bahşedecek din-i hak değildir. Allah Teâlâ’ya şerik tasavvuru muhal ve batıl olduğu gibi İslam’dan başka bir dîn-i hak tasavvur etmek de batıldır.”[8]Ayetteki ifade, hasr siğasıdır. Dinolan müsnedün ileyhin, müsnede yani burada İslam’a hasredilmesini gerektirir. Bu, şu demektir: “İslam’dan başka din yoktur.” Nitekim te’kîd edatı olan “inne” de bunu pekiştirmektedir. Ayetteki “indellahi” kısmı, “din”in vasfıdır. Buradaki indiyyet, i’tibar ve i’tina indiyyeti olup, ilim indiyyeti değildir. Yani “İslam dışında din diye bilinen başka inançlar mevcut ise de sahih, (muteber) din sadece İslam’dır” manasını ifade eder.
Allah Teâlâ tarafından vaktiyle gönderilmiş İslam’dan başka dinler (şeriatlar) da bulunduğunu göz önüne alınca buradaki hasrı şöyle anlarız:
1- Bu durum bildirildiği sırada sahih din yalnız İslam idi. Zira ihbarda, haberin verildiği vakte itibar edilir. Filhakika İslam’ın zuhurundan önce hak dinler tahrif edilip büyük nispette bozulmuş idi. İktibas ettiğimiz Âl-i İmran/83 ayetinde İslam hakkında “dinillah” buyurulmakta, “Allah’ın dini” denilerek teşrif gayesiyle Allah’a izafe edilmektedir. Bu izafet, Allah’ın dininin zuhur etmesiyle diğerlerini neshetmiş olduğunu da ifade eder.[9]
2- Yahut hasrdan “kemal” manası kastedilmiştir. Bu takdirde, Efendimiz aleyhi’s-salat-ü ve’s-selamın bi’set zamanı söz konusu olmaksızın, bu hüküm bütün zamanlar hakkında da geçerli olur. Yani “ekmel manada dîn, İslam’dır” demek olur. Zira ekmel manasıyla din, bu İslam dinidir, bundan mükemmeli yoktur. Daha önceki şeriatlar, bütün beşeriyet için geçerli ahkâmı ihtiva etmemekteydi. Aksine muayyen bir zaman ve mekânda yaşayan ümmetlerin ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Nübüvvet silsilesinin başından beri var olsa da kemal haliyle henüz zuhur etmemiş İslam dinini, diğer dinlere nazaran, daha şümullü anlatması ve lafzın umumiyetini koruması bakımından, bu ikinci tefsir daha münasip sayılabilir.
Allah Teâlâ; şeriatları, muhatapların ihtiyaç ve kabiliyetlerine, anlayış kapasitelerine göre göndermiştir ki matlup olan tatbik işini ona göre yapabilsinler. Sosyal gruplaşmalar küçük, ihtiyaçlar az, hayat sade iken, onları idare edecek hükümler de sade olmuştu. Fütuhat, istila ve hicretler sebebiyle genişleme oldukça şeriatlar da genişlemiştir. Yerinde bir adlandırma ile “ilahi pedagoji” bu tomurcuk tarzındaki açılımı ifade etmektedir. Bu itibarla onlardan hiç biri mutlak olmamış, Hz. Musa ve Hz. İsa (aleyhimüsselam) şeriatları bile İsrail oğullarına mahsus bırakılmıştır. Sonra daha teşkilatlı medeniyetler ortaya çıkınca, toplumların ilişkileri gelişip insanlık bir tek Rehberin eğitimine girecek hale gelince; son, mükemmel ve evrensel “minhac”ın[10]gelmesi için şartlar hazır olmuştur.
Cenab-ı Allah bu dini, emperyalist (istilacı), yabancı bir hâkimiyet altında olmayan, medenî toplumları çürüten bazı olumsuz durumlardan masun kalmış bir millet içinde izhar etmiştir. Keza onu, insanlardan ilim tahsil etmemiş bir Nebiyy-i ümmî (aleyhi’s-salat ü ve’s-selam) vasıtasıyla tebliğ buyurmuştur. Böylece, hakkaniyetinin daha kolaylıkla anlaşılıp kabule mazhar olma imkânını artırmıştır. İslam’ın başta gelen hususiyeti fıtrat (tabiat) ile bütünleşmesidir. Bundan normal bir şey de olamaz. Zira tabiat kanunlarını koyan da İslam ahkâmını gönderen de Yüce Yaradan’ın ta kendisidir. Şu mealdeki ayet, mezkûr hakikati ifade eder: “O halde sen, Allah’ı tek mabud tanıyarak hak dine yönel! Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et! Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”[11]Fıtrat, insanın, doğuştan getirdiği, aslî, tabiî hal üzere bulunmasıdır.
İnsanın yaratılışına uygun olması esası İslam’ı, bütün zamanlarda dünyanın her yeri için geçerli ve yeterli bir din kılmıştır. Bu aslın dokuz yönü olup bunlar birbirine kuvvet vererek insanlığı, onu kabule sevk etmektedir.[12]
Birinci özellik: İslam, insanın fikrini şüphe ve tereddüt, vehim ve hurafe bulaşmayan bir inanç ve itikada sevk ederek akideyi ıslah eder. İnsanı tek olan ve kemal sıfatlarıyla muttasıf bulunan Yüce Yaratıcıyı ikrar etmeye götürür. Fikirdeki istikamet, düşünceyi düzeltmek bütün ıslahların basında gelir. Sapık akidelerle zihni paslanmış olan bir toplum felah bulamaz. Bunlar, bir türlü ölçüyü tutturamazlar: Fıtrata yanlış müdahale, tabiî dengeyi bozma, ifrat-tefrit arasında gidip gelme (ruhbanlık veya ibahiyye zihniyeti, ruhban siyaseti veya laisizm, liberalizm veya kolektivizm, rasyonalizm veya spiritüalizm) değer ölçülerini tersine çevirip mühim meselelere önem vermeme veya zıddı durumlar, hep bu zihniyetin tezahürlerindendir. Fikre tevhid hâkim olunca, geri kalan hususları düzeltmek kolaylaşır. Bu itikattan şahsiyet, basiret, istikamet ve bütün insanları (fazilet sebebiyle olan derecelenme dışında) müsavi görme gibi esaslar gelişir.
İkinci özellik:Zıt gibi görünen iki durumu İslam, tevhidin gereği olarak bir arada gerçekleştirir, öteki düzenlerin düştüğü ifrat ve tefritlerden insanları kurtarır: Hem nefisleri arındırır, hem de hayat nizamını ıslah eder, ferdi eğiterek toplumu düzeltir. Ferdiyetçilik veya sosyalizmin aşırılıklarından cemiyeti korur. Hâlbuki dinlerin çoğu, hayat nizamını düzeltme işine girmez, girse de layıkı veçhile ele almaz, öğüt ve mev’izalarla yetinir, İslam ise birçok ayette iman ile amel-i salihi (yararlı işleri), ferdî kemal ile içtimaî kemali birleştirir.
Üçüncü özellik: İslam akla hitap edip vicdanın şehadetine başvurur, körü körüne taklidi yırtıp atar. Bildirdiği hükümlerin sebeplerini veya hikmetlerini ekseriya zikreder. Muhatapların durumuna göre terğib ve terhibde bulunur, teşvik eder veya sakındırır. Hüccet isteyenlere delil serdeder. İnatçı mağrurlara karşı etkili şekilde hitap etme yolunu tutar. Bu özelliği ifade eden çok ayetten sadece şu örneklerle yetinelim: “De ki: “İşte benim yolum: Ben, insanları Allah’ın yoluna (taklit yoluyla değil) delile dayanarak, idraklerine hitap ederek davet ediyorum. Ben de, bana tabi olanlar da böyleyiz.”[13]“Hakkında bilgin olmayan şeyin peşinden gitme! Çünkü insanlar kulak, göz, kalb gibi azaları nasıl kullandıklarına dair sorguya çekileceklerdir.”[14]İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.751/1350), Kur’an’ın her hükmünün gerekçesini, farklı üsluplarla bildirmeye ihtimam gösterdiğini ve bunun bin kadar örneğini tespit ettiğini bildirir. Ahiret saadetini gözeten kimselere, nizama uyanları bekleyen mükâfatları bildirir.
Dördüncü özellik: İslam’dan önceki şeriatların hepsi mahdut iken İslam risaleti mutlak olmuştur. “Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi ve cezamızın habercisi olarak gönderdik. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler”[15]ayeti ile şu hadis-i şerif bunu tasrih eden naslardandır: “Benden başka hiç bir peygambere verilmemiş olan beş şey bana verildi. (Dört şeyi saydıktan sonra Efendimiz aleyhis-salat u ve’s-selam beşinci olarak şöyle buyurur): Eskiden peygamber, yalnız kendi halkına gönderilirdi, ben ise bütün insanlara gönderildim.”[16]
Beşinci özellik: İslam, ahkâmında aslî hükümleri bildirip teferruatı müçtehidlerin istinbatlarına, hüküm çıkarımlarına bırakır. Böylece ahkâmın, bütün asırlar için geçerli olmasını sağlar. Çok örnekten “şûra”yı zikr edelim.[17]Bu farzın aslı konulmuş, uygulanması zamana ve şartlara bırakılmıştır.
Altıncı özellik: İslam bozuk düzeni (fesadı), hem doğrudan doğruya hem de dolaylı yollardan önler, yani yanlışa götüren sebepleri de önlemek suretiyle ferdi ve toplumu kötü hallerden kurtarır. Şer’î hükümlerin çoğu “sedd-i zerai” denilen bu kabildendir. “Helaller bellidir, haramlar da bellidir. Bunların arasında ise, insanların çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Şüpheli şeylerden her kim sakınırsa ırzını da(haysiyetini) , dinini de kurtarmış olur. Her kim şüpheli şeylere dalarsa (içine girmek yasak olan beylik) koru etrafında davarlarını otlatan bir çoban gibi, çok sürmez, içeriye dalabilir. Gözünüzü açın, her hükümdarın kendine mahsus bir korusu olur. Haberiniz olsun, Allah’ın yeryüzündeki korusu da haram ettiği şeylerdir.”[18] Bu hadis-i şerif, şüpheli şeylerden uzak durulması gerektiğini açıkça bildirmektedir.
Yedinci özellik: İslam’da şefkat ve kolaylık, insanların faydasını sağlamak esastır. “Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez”[19]ve benzeri ayetler bunu gösterdiği gibi birçok hadis de aynı gerçeği bildirir. Bazıları şunlardır:
“Müsamahakâr (kolay), tevhid dini ile gönderildim.”[20]“Bu din kolaydır, kim dini zorlaştırmaya giderse, bilsin ki din mutlaka ona galip gelir.”[21](Yani, dinin ihtiva ettiği her şeyi tam manasıyla yerine getiremez).
Sekizinci özellik: İslam ahkâmının hususiyetlerinden biri de dinî emirleri dünyevî yaptırımla birlikte ele almasıdır. Zira teşrîden maksat, nizam tesis etmektir, kuvvetin desteklemediği kanunun ise değeri ve yaptırım gücü olmaz. Ama ikisi bir arada ahenk içinde yürürse, toplum nizamında birlik sağlanır.
Dokuzuncu özellik: İslam’da din esasları sarihtir. Kur’an-ı Kerim din esaslarını açıkça ve tekrarla bildirir. Böylece şeriat batıl tevillerden korunur. Mevcut dinler içinde, din esasları bizzat mukaddes kitabından ve peygamberinden gelen tek din İslam’dır. Mesela Bakara 2/177. ve 285. ayetleri iman, ibadet ve başlıca güzel ahlak esaslarını özetlemektedir. Diğer dinler, din esaslarını, kurucudan değil, sonraki heyet ve konsillerden alırlar.
Kişinin nefsini Allah’a teslim etmesinin (İslam olmasının) manası ise şu on esasta hülasa edilebilir:
1- Yalnız Allah’a kul olma.
2- Yalnız Allah rızası için amel edip işleme.
3- Yalnız O’nun razı olacağı şeyleri söyleme.
4- Allah’ın murat ettiği hükümleri arayıp tatbik etme.
5- O’nun emirlerini yapıp yasakladıklarından sakınma.
6- Allah Teâlâ’nın hükmünün yanında kendi nefsine veya başka bir mahlûka mutlak hüküm yetkisi tanımama.
7- Allah’ın razı olacağı hükmü bulmak için, gerektiğinde içtihat ve gayret sarf etme.
8- Heva ve hevesten yüz çevirme.
9- Fertler ve topluluklar arası bütün münasebetlerde muamelelerini Allah’ın ahkâmına göre yapma.
10- Allah Teâlâ’nın bizim için gayb olan sıfatlarını, keza kaderini tasdik etme.
İşte bu mezkûr özellikleriyle İslam fikre tevhid, hayata istikamet verir.[22]İnsanları kullara kulluktan Allah’a kulluğa, batıl veya bozulmuş ideolojilerin ve dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine çıkarır.[23]
Dünyanın en ünlü hukuk abidesi kabul edilen Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi, hak ve adaleti en güzel özetleyen hukuk vecizelerinden biri olarak Kur’an-ı Hakim’in şu ayetini duvarının cephesine 26 Ocak 2013 tarihinde yerleştirme kadirşinaslığını göstermiştir: “Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin! Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun.”[24]Müslümanların dünyada İslam’ı iyi temsil edemedikleri bir zaman diliminde, ilgililerin bu davranışı, bir taraftan onların objektif tutumlarını, öbür yandan Kur’an’ın mucize olduğunu bizatihi, tek başına göstermesi olarak değerlendirilmelidir.
Dipnotlar
[4]B. Said Nursi, Sözler, İstanbul, 1958, s. 10.
[8]Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1935, 1/1063.
[9]Tahir İbn Âşur, Tefsiru’t-Tahrir ve’t-Tenvir, Tunus, 1984, 3/193 vd.
[16]Sahihu’l-Buhari, Teyemmüm, 1.
[20]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 6/116.
[21]Sahihu’l-Buhari, İman, 29.
[22]B. Said Nursi, Sözler, s.793.
[23]M.Y. Kandehlevî, Hayatu’s-Sahabe, trc. Ahmed Meylani, İstanbul, Divan Yay., 1980, 1/273. Ashab’dan Rib’î ibn Âmir (radiyallahü anh), Kadisiye savaşı öncesinde, Müslümanların delegesi olarak Sasani baş kumandanı Rüstem’le görüşürken İslamiyet’i böyle özetlemişti.