Matematik, yaratılış sırlarını ifade eden bir ilim olarak, insanoğlunun hayatında bir ilham kaynağıdır. Bilindiği gibi, kesirli sayıları birbiriyle toplarken ortak bir payda bulmak, işlemi kolaylaştırır. Sayılar dünyasındaki aynı paydada buluşmayla oluşan bu sırlı uzlaşma, yüce duygu ve düşüncelere gönül vermiş hizmet insanları arasında da pekâlâ düşünülebilir.
İnsanların sıkıntısı ve dağınıklığı, sayılar yerine birbirinden farklı fikirler ve kanaatler ise, bunların ortak noktaları, ancak belli usul ve metotlarla bulunabilir. Fikirlerin buluşacağı ve ayrılıkların giderileceği asgari müşterek noktaların en geçerli formüllerinden biri, uzlaşma kültürüdür.
İlk Adımlar
İnsafla bakabilmek, bu kültürün ilk adımıdır. “Haklıyım ama onun dedikleri de hak olabilir. Doğru söylüyorum ama onun söylediklerinde de doğruluk payı vardır. Fikrim güzel ama onun fikri de güzel” yaklaşımı yapıcı ve müspet bir tavırdır.
Bir diğer adım da problemli zeminlerde üslûbun, yıkıcı değil onarıcı olması, his ve duygulardan arındırılarak akıl ve mantık üzerine bina edilmesi, muhatabın bütün şahsiyetine değil ilgili fikrine yapılması, eksiğini tamamlamaya, kusurunu gidermeye matuf ifade edilmesi, teşvik edici bir şekilde dile getirilmesidir. Hatta bu müspet tenkitlerin onun şevkini kamçılaması gerekir.
İnsanlık tarihi, bu ilk olumlu adımları atamayan nice iki haklının kavgalarıyla doludur.
Mantıkî zeminde bir kardeşliği tesis etmek, derinleştirmek, pekiştirmek ve devamlı hale getirmek sebepler açısından insan iradesine emanettir. Bunun için insana yakışan, vuruşma değil dayanışma, bencillik değil yardımlaşma, ihtilaf değil ittifak, ferdîlik değil beraberlik, çarpışma değil uzlaşmadır.
Kalblerimizin mahbubu, akıllarımızın muallimi, nefislerimizin mürebbisi ve ruhlarımızın sultanı olan Efendimiz aleyhissalatü vesselamın şu hadis-i şerifini hatırlatmakta fayda var: “Kim haksız olduğu bir münakaşayı terk ederse, kendisine Cennet’in kenarında bir ev kurulur. Haklı olduğu bir münakaşayı terk edene ise Cennet’in ortasında bir ev kurulur. Kim de ahlakını güzel kılarsa, Cennet’in yüce yerinde bir ev kurulur.”[1]
Kaygan Zeminler
Kavga zeminleri, derede bataklık, denizde girdap, atmosferde kasırga, uzayda karadelik gibidir ve hakikatte kazananı yoktur.
Sağlıklı yaşamak adına koruyucu hekimlik anlamında “hıfzıssıhha” ve günahlara girmemek için de günaha giden yolları kapama manasında “sedd-i zerâî” usulleri, önceden alınan tedbirlerdir. Buna göre kavgayı netice verecek ufak münakaşa zeminlerine bile girilmemelidir. Yangına sebep olacak küçük kıvılcımlar çakılmamalı, şayet “kardeşlik ormanı” tutuşmuşsa gecikmeden bir bardak “müsamaha suyu” ile söndürülmelidir.
Sahabe Farkı
Aynı duygu, düşünce ve ideale gönül vermiş insanlar arasında zaman zaman kırgınlık veya dargınlık yaşanması da muhtemeldir. Böylesi durumlarda Hakk’ın hatırı her şeyden âli tutularak çok süratli bir şekilde uzlaşılmalıdır. Bunun için tabii ki taraflar önce kendi kusurlarını görmelidir. Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) en yakınındaki iki ismin bu konudaki duruşu ne güzel örnektir:
Bir gün, Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) ile Hazreti Ömer (radıyallahu anh) arasında küçük bir anlaşmazlık çıkar. Ancak onlar, olanlardan üzüntü duyar ve hemen birbirlerini aramaya başlarlar ve buluşamayınca da durumu Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) arz etmeyi düşünürler. Önce gelen Hazreti Ebû Bekir, “Ya Resûlullah!” der. “Ömer’le aramızda bir münakaşa oldu. Fakat ben haksızdım ve Ömer’in kalbini kırdım.”
Huzurda bunlar konuşulurken ileriden Hazreti Ömer’in de telaş içinde koşar adım geldiği görülür. O’nun niyeti de aynıdır ve huzura gelir gelmez, Hazreti Ebû Bekir’in gönlünü kırdığını söylemeye ve ne yapması gerektiğini sormaya başlar. Bu duruş, henüz başlangıç aşamasındayken yangını söndürmek ve olumsuzlukların kalıcı hale gelmesine fırsat dahi vermeden yarayı tedavi etmek demektir. Musibeti katlandıran atf-ı cürüm yerine kusuru kendinde görerek meselelere insafla bakışı önceleyen bu tavırlarıyla Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) iki veziri, “hatalı bendim” ortak paydasında buluşmuş ve ruhlarının derinliklerinde gerçekleştirdikleri bu vahdeti, O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda uzlaşarak ve sarılarak taçlandırmışlardır.[2]
Sahabe söz konusu olduğunda bu duruş, hayatın farklı alanlarına da yansımış, takdir gören bir ahlak olarak her alanda karşılık bulmuştur ki Zât-ı Selâsil Seriyye’sinde yaşanan şu hâdise ne güzel misaldir:
Bazı kabilelerin Medine’ye saldırı hazırlıkları içinde oldukları haberinin gelmesi üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Amr ibn-i Âs kumandasındaki bir birliği söz konusu kabilelerin üzerine göndermiştir. Hedef olarak gösterilen yere kadar giden Hazreti Amr, bir araya gelen kabilelerin tahmin edilenden daha fazla askeri güce sahip olduklarını gördüğünde, Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) haber gönderip destek talep etmiş ve bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem), ‘Ümmetin Emîni’ iltifatıyla tebcil ettiği Ebû Ubeyde Hazretleri komutasında yeni bir birliği aynı bölgeye sevk etmişti. Arkadan gelen yeni birlikle Amr ibn-i Âs’ın kumandasındaki askerler yan yana geldiğinde, bu andan itibaren kimin kumandan olacağı ihtilaf konusu olmuş ve mesele Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emir olarak tayin ettiği iki kumandana kadar ulaşmıştı. Başından beri konunun emiri olarak Hazreti Amr, söz konusu yardımı da kendisinin talep ettiğini ve arkadan gelen birliğin kendi komutası altında hareket etmesi gerektiğini söyleyince, Ebû Ubeyde Hazretleri devreye girdi ve Hazreti Amr’a şunları söyledi:
“Beni gönderirken Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘Arkadaşının yanına vardığında, oturup birbirinizle uzlaşın’ demişti; madem sen böyle düşünüp bana itaat etmiyorsun, o halde ben sana itaat edeceğim.”[3]
Bu ferağatıyla Ebû Ubeyde Hazretleri, bir taraftan muhtemel ihtilaflara karşı bütün kapıları kapatmış, diğer yandan da o gün için henüz yeni Müslüman olan Amr ibn-i Âs Hazretleri gibi bir kabiliyete, yeni geldiği zeminde İslâm adına kendini ifade etme fırsatı vermiştir.
Ekip Ruhu
İslâm’ın tesis ettiği böylesine bir birlik ve beraberlik, aynı zamanda Allah’ın yardımının gelmesine vesiledir; tabii ki ayrılık ve gayrılık da o inayetin kesilmesine…
Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) hilafeti döneminde farklı cephelerde mücadele eden dört büyük komutanın peşi peşine gelen uzlaşma zinciri ve bu zincirler arkasından ulaşılan zaferler ne güzel örneklerdir. Yermük Günü onlar, “Heraklius’a karşı tek cephe olmalıyız” derler ve olurlar, “Yermük’te buluşmalıyız” derler ve buluşurlar, “Aramızdan bir komutan seçilmeli” derler ve seçerler. O gün başkomutanlıkta uzlaşılan isim, Seyfullah Hazreti Halid’dir (radıyallahu anh). İşte bu ekip ruhu veya kolektif şuur, Allah’ın inayetine vesile olur ve muzaffer olarak hep birlikte zafere ulaşırlar. Sonra da emir ve hikmet gereği Halid ibn-i Velîd (radıyallahu anh), emaneti Ebû Ubeyde Hazretleri’ne (radıyallahu anh) teslim eder. Bunun anlamı açıktır; dünün muzaffer kumandanı Hazreti Halid (radıyallahu anh), bundan sonraki emniyeti, ‘Ümmetin Emîni’ne er olmakta bulmuştur!
Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi böyle manevî kahramanları arkasında zahîr ve başında üstad bulmak isteyenler, şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde bile kardeşlerini, kendi nefsine tercih etmesini bilmeli; onların meziyetlerini kendi şahsında, faziletlerini de kendisinde tasavvur edip onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmelidir.[4]
Cebr-i Lütfî
Bu güzellikler, hayatın dinin ruhuna uygun yaşandığı dönemlerde bizim dünyamızda neşv ü nema bulan değerlerimizdi. Sımsıcak iklimine müracaat edenler için Kur’an ve Sünnet, hep bu ruhu aşılıyordu. Emredildiği şekliyle ve belli vakitlerde eda etmemiz emredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerimiz de mü’minlerin aynı çizgi etrafında kenetlenmelerini, meselelerini uzlaşma kültürü ekseninde çözmelerini talim eden dinamiklerimiz değil midir?
Kâinat kitabı dikkatli incelendiğinde de uzlaşma kültürünün kodları keşfedilebilir. Her şey ölçülü, ahenkli, nizamlı ve intizamlıdır. Gezegenler kendilerine takdir edilen yöne doğru, belli bir hızda ve yörüngede seyahat etmektedir. Zerreler, mahiyetlerindeki farklı yüklere rağmen cebr-i lütfî ile bir uyum içinde akıp gitmektedir.
Bir Münakaşa
Öte yandan, insan olmamız yönüyle zaman zaman yaşadığımız ihtilaf ve gerginliklerin, vifak ve ittifak adına ne türlü kayıplara sebebiyet verdiği de akıldan çıkarılmaması gereken bir husustur. Bunu ifade eden bir misal olarak şu hadise çok ibretlidir:
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kadir Gecesi’nin hangi gün olduğunu söyleyecektim; dışarıya çıktım, baktım ki iki insan birbiri ile münakaşa ediyor. Onlarla meşgul olurken Kadir Gecesi bana unutturuldu” buyurmuştur.[5]
İlahi hikmeti mahfuz, ama bedeli ümmete ağır olan söz konusu sonucun sebebi münakaşadır.
Münazara Usulümüz
Evet, farklı fikirlerin varlığı ayrı bir konu ve bunun, hepimiz için birer zenginlik olduğunda da şüphe yok; ancak en parlak fikirleri bile ifade ederken takındığımız üslubumuzun, henüz hayat bulamadan nice parlak fikrin kararıp solmasına sebebiyet verdiğini de unutmamamız gerekiyor.
“Hakkın hatırı âlidir ve hiçbir hatıra feda edilmemelidir.” Üslubumuz da hakkı tutup kaldırma istikametinde ayarlanmalıdır. Bu üslubu, hayatının esası haline getirmiş mustarip bir gönlün kaleminden dökülen şu tespit ve düsturlara ne kadar da muhtacız:
“Aslında böyle disiplinli bir karşılaşma ve konuşmada daha ziyade hakkın ortaya çıkması veya vuzuha kavuşması esas kabul ediliyordu. Konu dinî olduğu takdirde aslî ve fer’î şer’î deliller göz önünde bulundurularak münazara ona göre cereyan ediyordu. Şayet mevzu değişik ilim dallarıyla alâkalı ise, bu defa da konuya esas teşkil eden ilim dallarına ait sâbiteler, temel disiplinler öne çıkarılarak musâhabe ve müdâvele-i efkâr o çizgide yürütülüyordu. Her iki alandaki münazarada da diyalektiğe girmeden, mugalâtalara sapmadan mantık yürütme önemli bir ahlâkî disiplindi. Böyle bir münazarada, mesnetsiz, delilsiz ve peşin hükümlere bağlı mülâhazalardan olabildiğine uzak duruluyor; her şey gerçek bilgi yörüngesinde götürülüyor ve konuşmanın her faslında hakperestlik mülâhazasına fevkalâde dikkat ediliyordu. Münazırlar birbirlerine kızmıyor, asla öfkelenmiyor, müzakere veya tartışmanın en hararetli noktalarında bile birbirlerine olabildiğine saygılı davranıyor ve karşı tarafın kendini ifade etmesi hususunda fevkalâde centilmence hareket ediyorlardı. Katiyen kimse kimseyi hafife almıyor, onunla alay etmiyor ve hep İslâmî bir müsamaha sergiliyorlardı ve o günler ne günlerdi!”[6]
Hülâsa
Önemli olan en güzel fikir iddiasıyla çekişmek değil, ortak bir fikirde uzlaşmaktır; en güzelde ihtilafa düşmemektir. Uzlaşma hem ahlâktır hem usuldür hem de üslûptur. Çatışma üslûp değil üslupsuzluktur. Haklı olmak bir esastır ama hakkını münakaşa ederek arayan, takındığı tavır yüzünden haksız duruma düşer. Haklı bile olsa kardeşi ile uzlaşmaktan kaçan, haksızlık yapmış olur. Kolektif şuura ulaşabilen kişiler, takım ruhunu koruyabilen fertler, şahs-ı maneviyi önceleyen şahıslar, tefani sırrına eren hakiki kardeşler, uzlaşma kültürünün mimarlarıdır. Bu ahlâkın temsilcilerinin en önemli vazifesi, vahdet-i ruhiyeyi, Allah’ın inayetiyle inşa etmek ve korumaktır.
Dipnotlar
[1]Tirmizî, Birr 58 (1994); Ebû Dâvûd, Edeb 8 (4800); İbn-i Mâce, Mukaddime 7 (51).
[2]Taberânî, Müsnedu Şâmiyyin, 2/208; Ebû Nuaym el-Isbehânî, Fedâilu’l-Hulefai’r-Râşidîn, 1/57.
[3]Vâkıdî, Megâzî, 2/771; İbn-i Kesîr, Bidâye, 4/312; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk, 2/25.
[4]Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 203.
[6]Gülen, Fethullah, “Münazara ve Diyalektik,” Kırık Testi, www.herkul.org/kirik-testi/kirik-testi-munazara-ve-diyalektik/