Matematik; haricî âlemden, eşyanın hakikatinden, mahiyetinden, insanın “riyaziye” denilen merceğiyle süzülmüş bir disiplindir. Tabiatta tecelli eden bütün hakikatlerin dayandığı kanunlar vardır. Biyoloji, fizik, kimya gibi ilimlerde olduğu gibi matematik de maddi âlemle irtibatlıdır, fakat diğerlerine göre daha mücerret bir hakikat olduğundan, müfettişin her daireye girip düzeni denetlediği gibi, her bir ilme girip kanunlarını uygulatır. Büyük kâinattan küçük kâinat olan insana, oradan hücrenin içine ve atom altı parçacıklara yapılacak seyahatte, hep benzer dille yazılmış bir nizam ve denge görüyoruz. “Muhakkak ki biz her şeyi bir kaderle, bir ölçü ile yarattık” (Kamer Sûresi, 54/49) âyeti ile teyit edilen bu ortak dil, kâinatı anlama ve ona müdahale etme adına bizim anahtarımız gibidir. Nitekim modern bilimin öncülerinden sayılan Galileo, 1623’te The Assayer(Tahlil Eden) kitabında bu minvalde bir açıklama yapar: “Öncelikle kâinatta geçerli olan dil öğrenilmedikçe ve sonra da onda yazılı olan karakterler okunmadıkça kâinat anlaşılamaz. Kâinat, matematik dilinde yazılmıştır ve insan, onda yazılan kelimeleri matematik olmaksızın anlayamaz.”
Riyazî düşünce, cebir ve geometrinin kanunlarıyla düşünmek demektir. Yani, belli oranlar ve orantılar, sebep-sonuç münasebetleri, dengeler ve hendesî kanunlar üzerine bina edilen bir düşünce sistemidir. Buradan hareketle mânâ ve muhtevayı daha da genişleterek, riyazî düşüncenin, Cenab-ı Hakk’ın Adl, Hakîm ve Mukaddir gibi İsimleri muvacehesinde düşünmeyi esas aldığını kabul edebiliriz.
Sayılar, riyazî düşüncenin sadece aletleridir. Riyazî düşünce ise, matematik kanunlarının insan zihniyle izdivacından hâsıl olan bir düşünce sistemine tekabül eder. Bu da bir nevi “meta-matematik” (matematik ötesi) bir sistemdir. Onun için matematikle meşgul olanlar, riyazî düşünceden haberdar olmayabilir. Aynaya bir cisim olarak bakanlar gibi… Aynaya ayna fonksiyonu ile bakanlar ise, küçücük aynada çok âlemleri görebilir.
Yeryüzüne mirasçı olan neslin en mümeyyiz vasıflarından biri olan riyazî düşünceden kastedilen mânâyı avlama adına, öncelikle bu düşünce sistematiğine yardımcı olacak bazı hakikatlerden bahsetmekte fayda vardır.
Doğru ve Gerçek
Gerçek çok boyutlu ve objektif olmasına rağmen doğru, sübjektif ve çoğu zaman tek boyutludur. Yani belli bir bakış açısına göre verilmiş bir hüküm veya nisbî hakikattir. Bu nisbî hakikatlerin birleşmesiyle hakikat ve gerçek her yönüyle ortaya çıkar.
Geometri ilminden bir misal verelim: Bir silindire karşıdan bakan biri, o cismi dikdörtgen olarak görür ve bir dikdörtgen gördüğünü söylerse, doğru söylemiş olur. Bu nisbî bir hakikattir. Silindire yukarıdan bakan bir başkası, o cismin bir daire olduğunu savunur. Bu da doğrudur. Ama gerçekte veya hakikatte o cisim ne bir daire ne de bir dikdörtgendir. Bunları birbirinden ayırmak, hakikatin ahengini bozacağından, iki farklı hükmü birleştirip onun hakikatte bir silindir olduğunu söyleriz. Böylece, doğrulardan taviz vermeden hakikate/gerçeğe ulaşmış oluruz.
Bu minvalde, “Fikirlerin insaflı bir şekilde çarpıştırılmasından, hakikatin bütün boyutlarını gösteren ve karanlıkta kalan kısımlarını aydınlatan kıvılcımlar, şimşekler meydana gelir” sözü manidardır. Günümüzde insaf düsturu rehber edinmeden yapılan münazaralar, birbirini anlamamalar, sadece kendi doğrularını görüp onu “gerçek” diye empoze etmeye çalışmaktan doğmaktadır.
Kıyas
Kıyas, sözlük manasıyla; benzetme, karşılaştırma, mukayese etme demektir. İki benzer üçgeni karşılaştırdığımızda, kenarları ve açıları arasında belli bir oranın bulunduğunu görürüz. Böylece, üçgenlerden sadece birisini bilerek, diğeri hakkında hüküm verebiliriz. Hikmetli düşünme ve neticeye ulaşma adına, bu düşünce sistematiğinin farklı izdüşümleri misal olarak verilebilir:
Bediüzzaman Hazretleri, Muhâkematisimli eserinde dünyanın yuvarlaklığı hakkında yorum yaparken harika bir kıyas yolunu tercih eder: “Yahu! Bizim beşiğimiz ve feza-yı âlemde şimendiferimiz olan küremiz o kadar divane değildir. Ecram-ı ulviyede (ulvi gök cisimlerinde) cârî olan kaide ve kanun-u İlâhîde şüzûz (kurallara uymama) ve serkeşlik etsin.” Başka bir ifadeyle, dünyanın da onlar gibi yuvarlak olmamasına imkân var mıdır?
Bediüzzaman Hazretleribu sonuca, Fussilet Sûresinin on birinci âyetinin yardımı ile varmıştır. Bu âyette Cenab-ı Hak dünyaya, gökler ile beraber “Yokluktan varlık âlemine çıkıp gelin” emrini verdiğinde yine Dünya, gökler ile beraber “Ya Rabbi, biz ikimiz emrine itaat ederek geldik, hükmüne iktidâ ettik” diyorlar. Bediüzzaman ibadetin ve taatin en güzel şeklinin cemaat olduğunu söylemiş, aynı zamanda “Namazda cemaate uymak irade sahibi insanlar için müekked bir sünnettir, fakat iradesi olmayan gök cisimleri için farzdır” hükmüne binaen, dünyanın da diğer gök cisimleri gibi yuvarlak olma kanununa boyun eğmesi gerektiğini, yani o cemaate katılması gerektiğini sezmiştir.
Yine Bediüzzaman Hazretleri, Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için kâinatı gözlemiş, külli kaidelerin arkasından başını çıkaran hakikatleri yakalamış ve hayatında uygulamıştır. Mesela; Allah âlemin yaratılışında iş bölümü kaidesini geçerli kılmış ve bunu kâinattaki bütün misalleriyle önümüze sermiştir. Zigot halindeki hücrelerden arı ve karınca topluluklarına, oradan da dünyadaki bütün canlılara kadar her bir canlının, iş bölümü içinde kendi uzmanlık alanına doğru yöneldiğini görürüz. Bediüzzaman Hazretleri bu ilahî kanundan hareket ederek şöyle bir sonuç çıkarır: “Demek ki, nizamı böyle kurduğuna göre, bizim için de razı olacağı durum budur.”
Sosyal Hayat
İnsani ilişkilerde riyazî düşünce sistemi, bizi “ya hep ya hiç” gibi (1 veya 0 gibi) kaba ve düz mantığın olumsuz etkilerinden korur. “Ben tamamen haklıyım, sen tamamen haksızsın, tek doğru budur, başka her şey yanlıştır” şeklindeki sağlıksız münakaşaların, bir türlü sonu gelmeyen tartışmaların da devasıdır.
Riyazi düşünce sistemini, her hak sahibine hakkını teslim etmeyi öngören bir anlayış olarak düşünebiliriz. Mutlak yanlış veya doğru demektense, %20, %30 …… %80, % 90 gibi ölçülerden yararlanarak insanların haklı ve haksız oldukları konular değerlendirilebilir. Buna “nisbî mantık” da denir. Bu yaklaşıma göre; a kişisi %30 haklı iken, b kişisi, %20 haklı ise, bu duruma göre, a kişisi %70 haksız iken, b kişisi %80 haksız olacaktır. Ancak, haklı oldukları noktalar da gözden kaçırılmayacak, kişilerin niyetleri de samimi ise, o %20 veya %30’un de hakları teslim edilecektir.
Bu yaklaşım bilhassa aynı Allah’a inanan Müslümanlar arasındaki ilişkilerde de önem kazanır: Bir din kardeşinin bir kusurunu görüp ona mutlak kötü (sıfır) damgasını vuruvermek haksızlıktır. Çünkü o kişinin belki 100’den fazla masum sıfatı veya fazileti vardır. %1 nispetindeki bir kötülüğü, %100 kötülük karinesi olarak ele alıp o mümin kardeşine “kötü” sıfatını yamayıvermek, kötülüğün ta kendisidir, zulümdür.
Riyazî Düşünceyi İkame Ederken
Riyazî düşünce, yeryüzüne mirasçılarını parlak bir geleceğe taşıyacak en önemli saiklerden birisi olacaktır. Riyazî düşünce sistemini 2 x 2 = 4 kaidesine bağlayıp sadece sebep-sonuç arasındaki muayyeniyet olarak düşünmek, ona yüklenen manaları kısırlaştıracaktır.
Bu düşünce sistematiğinin en önemli ayağının “tenâsüb-i illiyet prensibine göre sebep-sonuç mevzuunda hassas ve rasyonel davranmak” olduğunu söyleyebiliriz. Dünyada sebepler dairesinde bulunduğumuz için hususi bir iltifat beklemeden, maksada ulaşma yolunda sebeplere tam uymalı, fakat sonuç, sebepler üstü çıkarsa da şaşırmamalıyız. Riyazî düşünce, sebeplere “tam” uyma sanatıdır.
Ayrıca, işi sayılara ve şekillere dökmek nizamı hatırlatır, insanların normalde fark edemeyecekleri şeyleri fark etmelerini sağlar. “İnsanlık, tarihi boyu pek çok belirsiz ve karanlık şeyleri sayıların sırlı dünyasında keşfedip ortaya çıkarmıştır.”[1]Demek ki riyazî düşüncenin bir ayağı, meseleleri sayılara dökmek, mücerret düşünebilmek, modellemeler yapmak ve algoritmalar geliştirmektir. Böylece insandaki gaflet perdesi aralanır, insan hakikate daha bir âşina olur. Bediüzzaman’ın Haliç kıyısında yaptığı bir ihtimal hesabı bu cinstendir. Haliç’te, fırtınalı bir günde, batma korkusuyla kayığa binmeyen yaşlı bir zâta, basit bir ihtimal hesabı ile o insanın o gün boğulup ölme ihtimalini hesaplar. O zatın yaşı ve ecelinin gizli olması göz önünde tutularak, o gün başka herhangi bir sebepten dolayı ölmesi ihtimalini de hesaplanır. İkinci ihtimal, ilkinden 100 kat daha fazla çıkar. Hazret ardından ekler: “İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et.”
İslam medeniyetinin riyazî düşünceyi terk edip şerh ve nakille yetinmesinin onu geri bıraktığı bir dönemde, Batı’nın Müslüman âlimlerinden çekirdek olarak aldığı hakikatleri, riyazî düşünce toprağında yeşerttiği ve Rönesans’ını gerçekleştirdiği bir gerçektir. Bizler için de ikinci bir Rönesans, riyazî düşüncenin “fizikten metafiziğe, maddeden enerjiye, cesetten ruha, hukuktan tasavvufa”[2]toplumun bütün fakültelerinde işlenmesiyle mümkün olacaktır. Yani, madde boyutundaki irtibatı (yani fenleri) bilip aynı zamanda bâtınî olarak, varlığın metafizik boyutundaki münasebetleri müşahede etmekle gerçekleşecektir.
“Göğü bu âhenkle o yükseltti ve bu mîzânı koydu ki siz de ders alıp ölçü dışına taşmayasınız” (Rahman Sûresi, 55/7) âyetinin de tasdikiyle riyazî düşünce, “kâinattan hayata uzanan çizgide bir ışık kaynağı gibi yollarımızı aydınlatır.”[3]Bu sayede eşya ve insanın birbirleriyle münasebetlerini anlamayı mümkün kılar.
Sonuç olarak riyazî düşünce, büyük ve küçük kâinatta ve kâinatın hülasası olan hayatta, genel geçer kuralları bulunan ve yeniden dirilişimize vesile olacak bir düşünce sistemidir.
Dipnotlar
[1]Ruhumuzun Heykelini Dikerken – 1, M. Fethullah Gülen, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 48.